Anlamı Bulanıklaştırarak Özgürleştiren Yazar: Bilge Karasu

Postmodern düşüncenin son eserleriyle birlikte babası haline gelen, edebiyatı felsefeyle bütünleştiren nadir yazarlardan birisidir Karasu. Onun eserlerinde konuşmacı her an herkes olabilir. Öyle ki konuşmacının değiştiğini bile bazen ayırt etmekte güçlük çekersiniz. Satırları defalarca okuyup anlam ilgisi kurmaya çabalasanız dahi bazen cümle yapılarını kavrayamaz, kullanılan sözcükler her zamanki anlamı dışında ifade edildiğinden bütün bir anlayıştan yoksun kalırsınız. Buna karşın okurken merakınızı gizleyemez, eserin sonunu değil; yazarın bir sonraki cümlesindeki açmazlarını merak edersiniz. En önemlisi de şudur ki: Karasu, okuyucuyu pasif bırakmaz. O orada neyi sorguluyor, ne ile cebelleşiyorsa okuyucu da onu yapar. Kuru kuruya bir anlatım sergilemez, her cümlesinin anlam derinliği ayrı bir tartışma konusu olabilecek seviyededir.

Yazar, eserlerinde odak noktası olarak bireyin açmazlarını, korku, tutku ve ölümünü temel alır. Okuyucuyu asıl çeken şey de budur ya. İnsanı insanın sözcüklerle resmetmesi. Duygularını felsefeyle buluşturup zihni kurcalayan, sınırları zorlayan, “simge” adı altında gizlediği sırları eteğinden döken acı gerçek belki. Belki biz anlıyoruz Karasu’yu, belki dimağımız simgeleri çözümlemeye çalışırken yüreğimiz “evet, bu!” diyor? Belki yazar yalnızca yazmakla kalmayıp el uzatıyor, dokunuyor yaralara, kim bilir? Ona yazdıran güç, bize neden okutmasın? O güç ki ne elle tutulur, ne kalıcıdır.

“Kendine has” sözünün yegane sahibi:
Karasu’nun dili, çözümlenmeyi bekleyen keşfedilmemiş bir dildir. Anlatısında aslında ipuçları bizim yanımızdadır. Aynı zamanda bulanıktır, net bir kulvardan yürümez anlatısı. Gölgeler geçer gibi olur, geçer mi geçmez mi bilemezsin. Öyle ya, o da bilemez. Bulanık zihinle yazılanı okur da bulanık bir zihinle okur. Zaten bulanık dimağdan net anlatı beklemek de olmaz, öyle değil mi?

“Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak… Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için…”

Eserlerinde anlatıcı sayısı çoğaldıkça hükmünün aynı orantıda artacağını düşünür. Okuyucu ikilem durumundan da çıkıp üçlem, dörtlem seviyesine bile ulaşabilir. Çünkü her satır, her konuşma, her olay bir o kadar iç içe geçmiş, bir o kadar da birbirini itmiştir. Okuyucu hem o satırlarla, hem zihniyle mücadele içindedir. “Ne dedi, ne doğru, ne anladım?” sorularına ev sahipliği yapan bir arbede düşünün.

Son yoktur:

Son aslında başlangıç, başlangıç aslında son olabilir. Bir anıdan bir insana, bir kandan bir içselleştirilmiş travmaya kadar… Her şey!

Net çizgilere hayli düşman, içselleştirilmemiş her şeye bir o kadar uzak, anlam ilgisizliği gibi görünenler aslında anlamın asılı olduğu tuzak… Haydi, söyleyin şimdi Karasu’nun sordurduğu gibi: “Ne doğru?”
Bir de şunlara bakın:
Troya’da Ölüm vardı, Kısmet Büfesi, Kılavuz, Göçmüş Kediler Bahçesi, öykü; Gece, roman; Ne Kitapsız Ne Kedisiz, Narla İncire Gazel, deneme.