Çocukluğun Soğuk Geceleri; Tezer Özlü’nün Sıcak Kalbi

” Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz? Yirmi yaşlarının başındaki insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için, ilkin nikah imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp… ”

Türk edebiyatının lirik prensesi diye anılan benim içinse bu tanımdan ziyade gerçeğin tam gövdesinde oturan bir yazar Tezer Özlü… Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde yalnızca yabancı bir dünyayı gizlice kapı aralığından izliyor olmanın tadıyla sınırlı kalmıyorum. Okudukça onun ruh aleminde gezinmeye başlıyor ve yaşamıyla eseri arasında bize usul usul kurdurduğu bağla bütünleşmenin esrikliğini yaşıyorum. Bu iletişim gitgide öyle kuvvetleniyor ki zamanla yazar ve yapıtları birbirinden bağımsız değerlendirilemez hale geliyor. Böylelikle Tezer Özlü imgelemimde oluşan görüntüde sayfa aralarında özgürleşen kelimeleriyle hırçınca ve büsbütün genç-yaşlılığıyla beliriyor.

Çocukluğun Soğuk Geceleri incecik görünümüne rağmen her ifadesinde yaşamın bir başka karşıtlıklı yanını sunuyor. Kendisinin kısa yaşamına sığdırabildiği anlamları, beklentileri, kırıklıkları gibi. Gece yarısı uyku öncesinde tanrısını sorgulayışlarından taşradan şehir hayatına geçerkenki sürecine, ilk öpüşmesine, çocukluk çağdaki cinsel keşiflerine… Anlatı tam da bu sebeple yalnızca bir dünyayı izlemiş olmaktan ibaret kalmıyor. Okuyucu olarak  şaşkınlığım artıyor. Yazma uğraşının çabasında biri olarak da açıklığını kıskanıyorum.

Kurgu bir yapıttaki gerçeklerin apaçık olması onun nasılsa bir kurgu olduğunu bilmenin farkındalığı ve iç rahatlığıyla sürerken otobiyografik bir tarafı da olan Çocukluğun Soğuk Gecelerinde acı ve çarpıcı kesitlerin çıplaklığına içim gidiyor. Açıklık arttıkça merakım da iyice bastırıyor. İnsan kendi yaşamının sırlarını en saf haliyle ortaya serebiliyorsa kim bilir geride kalan açıklayamayacağı sırları nelerdir? Belki de hiçbir şey kalmadı geriye… Yazarak ayyuka çıkarıyor bütün sırları, onların yükünden arınıyor ve böylece bir kurtuluş yolu mu çiziyor kendine?

Sık sık seviden bahsediyor. Onu söylemek için her yolu deniyor. Cümleler uzuyor, kısalıyor, esniyor, geriliyor, fütursuzca dökülüyor, bir daha yerden toplanıyor. Parantez içleri çoğalıyor. Kendi söylemek istediğiyle yine kendi söylemek istediği arasındaki seçimlerine şahit oluyoruz. Hazır bir yapıtla değil de sanki okurken iç sesimizle yeşeren bir oluşla beraberiz. Sevgiden ve sevgisizlikten ve ikisinden de doğacak olanlardan söz ediyor. İçindeyken kaşıntıya sebep olacak bir hayat istemiyor. Hayır, her şey tastamam olsun demek değil ki bu. İçime sinsin yeter diyor ama basit olan en zoru mu ne?

Onu kandırmak zor. Paha ile aldatmak ya da kalıplaşmış birtakım ilişkiler zincirinin kavranamaz ve ağır kurallarıyla boğmak ve hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini istemek onun farkındalıklı zekasına haksızlık. Gözünün önünde bir gözü daha var sanki fazladan. Fazlayı gereksiz manasıyla mı kullanmalı? Daha çok acılı bir yeteneğinin olması gibi. Belki de o gereksiz yeti olmasa hayalini kurduğu huzura kavuşacak. Farkındalığıyla her anın çözülümünü sağlıyor. Görünen ile ardındaki uyuşmuyor. Büyük heveslerle hazırlanan şaşalı düğünler onun için bir seremoniden ibaret. Gözünün önündeki yaşantısı muhteşem bir resmin kötü bir taklidinin duruşu gibi. Gözünün önünde duruyor demeli çünkü hem kendi hayatını yaşıyor hem de bir el kamerasıyla izler gibi onun en yakın gözlemcisi oluyor. Anın gerçekliğine, duygusunun hakikatine varmak için kendini sürekli çimdiklemek zorunda. Oysa içten gelen bir mutluluk olsa çimdikleme işine hiç girişmeyeceğini kendi de biliyor. Böylece bu zorunluluk aklıyla hisleri arasında durmaksızın sürecek çelişki oyununu başlatmış oluyor.

Gitmekle arası iyi olanlardan … Kendisi her neredeyse bir başka yer cazip ona… Evdeyse dışarı, hastanedeyse ev, yaşıyorsa ölüm… Küçükken alt kattaki komşumuzda pişen yumurtanın tadı daha güzel gelirdi. Alt komşudaki yumurta nasıl da apartman merdiveninde buram buram kokuyor da burnumu deliyordu. Kapıyı tıklatmak, içeri girmek, yumurtaya somun ekmekle dalmak istiyordum. Bizim evde pişiriyorlar, yemiyordum. Kim bilebilirdi ki benim ulaşılmaz olanım da bizim evdeki değil alt katta pişen yumurtaydı… Hatta yumurtanın kendisi bile değil. Ulaşılmazlığını hatırlatan ve arzumu coşturan kokusu olsa kafi.

Anlam arayışı ve onu bir türlü somut bir karşılığa dönüştüremeyişi ikili ilişkilerde, ailesiyle, okuluyla çatışmasını artıyor. İntihar fikrini aklının bir köşesinde unutulmaması gereken bir kelime olarak tutuyor. Varlığını belki de intihar fikriyle koruyor. Sırf ona ulaşacak olmanın rahatlığını her an duysun diye hiç aklından çıkarmıyor. Biliyor ki bir gün nasılsa gerçekleşecek. Gidecek olmaktan emin olmak belki biraz da olsa şimdinin kıymetini artıracak. İçimden bir ses şunu geçiriyor; intiharı düşünen hangi kişi daha iyi ve adil bir dünyayı istediğinden ama gücünün yetmeyeceğinden endişe duyduğu için intiharı düşünmez ki? Diğer görünen nesnel sebepleri şöyle dursun daha derinde daima o manayı görürüm açıkça. İntiharı düşleyen her şahsın canının istediği iyilikte bir dünya ile karşılaşamadığı için vazgeçiyor olması yaşamdan.Ya da ben intihar etsem ondan ederdim. Bu kırgınlığa rağmen Tezer Özlü kitaptaki gidişatını sanılacağı gibi içinden çıkılmaz karanlık ve buhranlı bir hava ile değil, kumsalda uzanırken güneş ışığının altında terleten bir atmosferle anlatıyor. Sıcak ve yoğun… Anlamda tesirli, hafiflikte ise yaz günü gibi tiril tiril… Arada rüzgar esiyor, terimiz soğuyor. Kendine acımadan, ne çok karmaşanın arasından dirilmeye çalıştığını çaktırmadan, sanki alelade bir seçimmiş gibi sunuyor çekişmelerini. Yaşanmış ve düşünülmüşlüğüne emin olduğumuz gerçekler bir hayal aleminin sarhoşluğu ile seriliyor önümüze. Okul hayatında karşılaştığı tutucu fikirler kendisini daha da özgür olmaya sürüyor. Başıboşluğa bir türlü ulaşamadığından dem vursa da fiziksel kısıtlanmaları neyse ki kafasında gürleyenleri serbest bırakmaya yarıyor. Çocukluğun Soğuk Gecelerinde sık sık karşılaştığım ilişkileri hakkında itiraf benzeri ifadeleri çoğalıyor. Kendimize dahi söyleyemediğimiz ilişkilenmeler, sonsuz bir donukluktaki anlar, yaşanmaması gereken olayların korkunç tabuları anlatısıyla beraber yerle yeksan oluyor. Kendi keşiflerimizle baş başa kalıyor ve itiraf etmenin haklı boşalımını yaşıyoruz. Kitapla kurduğumuz özdeşlik, duygusal yönünden sapıp hafızamızda gizli tuttuğumuz anlarla yüzleşmemizi ve hatta samimiyet kurmamızı, arkadaşlık etmemizi sağlıyor. Kabul etmenin fırtınalı yanına rastlıyoruz. Ötelenen anılar, gelen giden kişilerin ayak izleri, unutmaya çalıştıklarımız, kötü hatıralar, sonrası daha canlı olanlar… Hepsi bizi yoğuran, biçim veren olgulara dönüşüyor. Gizleyecek saklayacak bir şey yok aslında, diyorum. İnsan olmanın ortaklığı var yalnızca. Bunu birinden duyunca daha da içimden gelerek söylüyorum. O da o türden yazarlardan… Bunu ben de düşünmüştüm ama o ne güzel yazmış dedirten. Cesaret veren.

Anılan adı lirik prenses olsa da sunduğu gerçekler yapma bir kurdeleyle süslenmiş değil. O daha çok doğanın içten büyüyüşünden beslenen ve bize her defasında türlü çiçekler veren bir ağaç kadar bereket ve ihtişam dolu. Kadınsılığını yapma boyalardan değil de acıya direncinden alan, kendinden kuvvet bulan; fikirde uygar, ruhta vahşi… Değişebiliyor olmanın insanlıkla bağını kurmuş, içten, cinsiyetinin kaşifliğini üstlenerek, kelimeleri sayfalarında sessizce gezdiren dahası bunu eşsiz bir güce dönüştüren Tezer Özlü ve onun çocukluğunun soğuk geceleri…