Edirne’den Ardahan’a Muhtar Cem Karaca

Merhaba gençler ve daima genç kalanlar… Böyle seslendi yıllarca bizlere. Namus belasına yaşadığımız dünyada, onun sesiyle aşık olduk gençliğimizde, onun isyanıyla baş kaldırdık düzene, onunla kahırlandık, umutlandık. Gülhane Parkı’nda Nazım yaprak yaprak salınırken tepemizde, biz o ceviz ağacının gölgesinde Cem Karaca’dan şarkılar dinledik. Daha güzel yarınlar kurma öğüdünü emir belledik. Bu yolda yürürken yine onun çağlar aşan sesine kulak verdik. Her ne kadar bir şubat soğuğunda gözlerimizi ıslak ıslak bırakıp başını alıp gitmiş de olsa ölmüş demeyiz onun için, diyemeyiz. Türkülerini hala marş yaparken yüreğimize, gülüşünü taşırken kalbimizin en derininde…  İşte Cem Karaca hayatımızda, gönlümüzde, ruhumuzda  en canlı haliyle, sesiyle, sözüyle…

2. Dünya savaşının fiilen henüz sonlandığı 1945 yılının baharında dünyaya gözlerini açar Muhtar Cem Karaca, dünyaca ünlü tiyatrocu çift Totto ve Mehmet Karaca’nın ilk çocuğu olarak. 

Küçüktüm, daha okula bile gitmiyordum. Bizim evin alt katında yaşlı bir Ermeni kadın otururdu. Do Mi Yaya (Yaya Ermenice teyze demektir) ismini taktığım bu yaşlı kadın her Allah’ın günü piyano çalardı. İşte kulağıma ilk giren müzik sesi, Do Mi Teyze’nin piyanosundan çıkan melodiler oldu. Müziği gönülden sevdim.

Anne karnında tiyatro sahnelerinde duyduğu melodilerden sonra müzikle olan yol arkadaşlığı bu anısıyla başlar Cem Karaca’nın.

14 yaşında aşık olduğu kızı etkilemek için kullandığı efsane sesi, annesinin desteğiyle ve tabii ki çocukluğunu ünlü ve başarılı tiyatro sanatçısı anne ve babası dolayısıyla sanatın içinde geçirmiş olmasının da etkisiyle artık onun kaderi olmuştur. Ne güzel kaderdir ki bu onu bir ülkenin tarihine altın harflerle yazdıracak. Babasının adam tutup sahnedeki oğlunu yuhalatarak onu müzikten vazgeçirme çabalarına rağmen bu tatlı çekişmeyi biricik oğlunun hariciyeci olması hevesini taşıyan baba değil müziğe çoktan tutkuyla bağlanmış olan Cem Karaca ve annesi kazanacaktır. Mehmet Karaca sadece ailesi için değil onlarca nesil için faydasını göreceği en kazançlı yenilgiyi almıştır. Ve artık direnmeyi bırakıp durumu kabullenen baba oğlunu devleştirecek sırrı da yıllar öncesinden bizzat kendisi fısıldamıştır kulağına: “Eğer bu işi yapacaksan bırak İngilizce mingilizeyi türkülere dön, özünü unutma.” Bu nasihatin yanında askerlik yıllarında müthiş bir sıla hasreti çeken, duygusal olarak büyük bir çalkantı içinde olan Cem Karaca’nın duyduğu, yüreğine işleyen bağlama sesi hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Halk müziğine kendi deyişiyle aşık olur ve yolu net olarak çizilir o günden sonra.

İlk gençlik yıllarının heyecanını kurdukları grupların isimlerinde dahi taşıyan “Dinamitler”, “Jaguarlar”la birlikte kendi deyişiyle “Papağan gibi Elvis Presley taklidi yapan” çizgiden, Anadolu’nun yüzlerce yıllık sesini gelecek çağlara haykıran bir efsane haline gelme süreci de kolay olmamıştı hiç kuşkusuz.

1967 yılında “Apaşlar” isimli grupla bu kez Erzurumlu Aşık Emrah’ın dizeleriyle müzik dünyasına getirdiği yeni soluk fark edilmiş ve ödüllendirilmişti. Böylece uzun yıllar katlanarak sürecek bir Anadolu-Rock macerası başlamıştı. Hemen ardından Pir Sultan Abdal,sonrasında Aşık Mahsuni Şerif’in sözlerine ses olmuş daha 1968 yılında.

İnsan olda ilme eğil
İnsan gibi herşeyi bil
Rezil olan şehir değil
Köy, köy baba

Her geçen gün eriyen değerleriyle tükenen şehir, hayatına karşı köyü, köylüyü, ezilenleri, haksızlığa uğrayan emekçileri savunacağını, bunun davasını sürdüreceğinin fermanıydı adeta bu sözler.

Dönemin yüksek kültürlü ve nispeten ekonomik anlamda iyi durumda bir ailenin tek çocuğu olan bu insanın müziği bir popülerleşme, şöhret kazanma ve egolarını tatmin etme aracı değil de ezilenlerin sesi, yoksulun, köylünün derdini anlatmak, memleketinin acılarına bir nebze de olsa derman olmak için amaç olarak görmesi gerçek bir sanatçı misyonu taşıdığını göstermez mi bize?

Öyle ki geriye kalan yaklaşık 40 yıllık sanat hayatı boyunca bazen küçük bir tamirci çırağının umutsuz aşk öyküsünü, bazen maden ocağının dibine sıkışmış çaresiz babanın çığlığını, bazen görev şehidi fedakar bir öğretmenin hüzünlü hikayesini anlattı bize. Yoksulluk kader olmaz diye haykırdı yarım porsiyon aydınların umursamaz hallerini taşlarken. “Sanatçı muhalif olmalıdır.” düşüncesinden hiçbir zaman ayrılmadı.

Sanat halk adına yapıldığında, sanatçının halkının çıkarları doğrultusunda ürün vermesi doğaldır. Ayrıca sanat üretme olayına bu açıdan yaklaşan bir sanatçı politize olmak zorundadır. Ülkeleri de yönetenler bu işi ya halk adına ya da halka rağmen yaparlar.

Bu yüzden politik olarak anılmaktan korkmadı. Kim ne derse desin o sadece inandığı yolda yürüdü, halkın sesi oldu. Halka rağmen değil halk adına söyledi.

Ancak “Sanat, sanat içindir” bir yutturmacanın ardına saklanıp zirzop şarkılar söyleyenler, bu şarkıların söylenmesini destekleyen yapımcılar, ancak böylesi şarkılara kapılarını açan TRT ve yine bu tür müzik parazitlerini övgü dolu bakışlarla gazetelerine geçiren bazı yayın organlar… Biliyorum, bütün bu suçladıklarım, hemen “Halk böyle istiyor” diyerek, akılları sıra savunacaklar kendilerini. Ancak halk diye tanımladıkları kişilerden herhangi birinin temel ekonomik sorunlarından haberleri var mı? Bu kişilere verilecek cezaya gelince, halk adına halka ihanet edenler, yine halk tarafından cezalandırılırlar.

1976 yılında yayınlanmış bir dergi röportajında sanat anlayışına yapılmış bu eleştirinin 2020 Türkiye’sindeki geçerliliği tartışılabilir mi?

Bu toprakların özünde var olan kültürün, aşkın, emeğin, kendi deyişiyle toplumsal alaşımın en canlı en somut heykelidir Cem Karaca. Bize yeniden Aşık Mahsuni Şerif ‘in dizeleriyle seslenen, Aşık Veysel yüreğiyle,Yunus Emre duruluğuyla, Nazım Hikmet cesaretiyle bu toprakların türküsünü bize yeniden duyuran, tanıtan ve çabasının bedelini de çok acı şekilde ödeyen, buna rağmen bir kez olsun şikâyet etmeyen bir büyük insan, halk adamı, halkın sanatçısı. Onu övgülere sığdırmak haddimize değil elbette. Nasıl Mevlanalar, Hacı Bektaşi Veliler, Mustafa Kemaller yalnızca isimleriyle sayfalarca tarihi anlatıyorsa ve bu isimler varlıklarıyla Anadolu ve Dünya tarihinde bir iz olmaktan öte o tarihin kendisi iseler, Cem Karaca’da hiç şüphesiz o isimlerden biridir onunla aynı dönemde nefes alma, sesini işitme şansına eriştiğimiz. Bizim amacımız onu unutturmaya çalışan kahrolası anamalcı sisteme inat onu hatırlamak, hatırlatmak, yaşatmak. Bu güzel insanların açtıkları yolda ilerlerken bir ömür adadıkları gelecek üzerindeki, yani bizler üzerindeki haklarını az da olsa ödeyebilmek.

Seslerini, sözlerini bir sonraki çağa taşımak bizim en büyük görevimiz. Bu yüzden hiç eskimeyecek seslerini olduğu gibi aktarmak boynumuzun borcu. Cem babanın dilinden Cem babanın yüreğinden dinleyelim Cem Karaca’yı.

Halkına, vatanına, toprağına aşık, ezilmişlerin davasına ömrünü adamış Cem Karaca için;

Mutlu olmak sevmekse sevmek aydınlık demekti. 

Orhan Veli’nin çağlar aşan sözleri Cem babanın yürek titreten sesinde can buluyordu aslında şikayetçi olduğumuz denli pahalılıkta olmayan dünyada nasıl yaşadığımızı tarif ederken;

Peynir ekmek değil ama

Acı su bedava

Kelle fiyatına hürriyet
Esirlik bedava
Bedava yaşıyoruz dostlar bedava

Çoğu zaman farklı olduğu için eleştirilen bu dev isim bunca baskıya kendi dilinde isyan edercesine

Evet ben bir deliyim ama beni siz delirttiniz” dedi onu delirten sebepleri şöyle sıralıyordu;

Kırmızı ışıkta geçen şoförler ve boşverli türküler

Sahil yolunda kazalar, denize düşen şu uçak

Beyaz camda hayvanlar ve reklamlar

Yeşilçamda baldır bacak

Uçaklar, rüşvetler ve mobilyalar ve ahlak üstüne nutuklar,

Günden güne ufalan ekmekler pasta yesin efendiler ama

Gaz tenekesi ve su kuyrukları ve bir başbuğun buyrukları…

Ne dersiniz bugün başkalaşmış haliyle ve çok daha fazlasıyla yaşadığımız bu nedenler bizim de aklımıza mukayyet olmamızı güçleştirmiyor mu?

Tüm bunlar olurken tarihler değişse de dönüp dönüp aynı yere geldiğimizi, hallerimizi daha güzel kim ve nasıl anlatabilirdi ki bu sözlerden başka?

Bindik bir alamete

Gidiyoz kıyamete

Yol dediğin yol gibi

Ulaşmalı bir yere

Biz dön baba dönelim

Geliyoz aynı yere

Zaten Cem Karaca belli bir dönemi sanatçı kimliğiyle eleştirirken aslında ülkemizde yıllarca değişmeyen kalıplaşmış ve maalesef her geçen gün geriye giden bir sistemi kendine has diliyle bize anlatıyordu. Başlıca bir tarih değil midir Cem Karaca şarkıları dünü notalarlarıyla belgeleyip bize ders niteliğinde sunan ve o günün sesiyle günümüze ışık tutan.

Bu gençliğe yurt emanet, vallah billah
Düşünmesi yasak olmaz
Yasa deyip vatandaşa, vallah billah
“Git, yarın gel” demek olmaz
Sırt dayayıp makamına, vallah billah
Olur işi etme olmaz

Dur be yeter dar kafalı
Fabrikasyon insan olmaz
Aynı biçim elbiseler, vallah billah
Kimine uyar kimine uymaz 

Cem babanın dediği gibi halkı için çalışan sanatçı, aydın halkın sesini duyurmak, derdini anlamak-anlatmak, yarına seslenmek zorundaydı. Cem Karaca’nın yaptığı da bundan başka bir şey değildi.

Yoksulluk kader olamaz kader değildir
Firavunlar bile böyle zalim değildir.
” dedi. Bu deyiş insanlığın varoluşundan beri süregelen mal-mülk biriktirerek iktidar sahibi olan, bu güçle bir sınıf ayrımı yaratan ve acımasızca yoksulu sömürerek hep daha fazlasını arzulayan, varlığına tehdit olabilecek en ufak hareketi gözünü bürüyen kanla yok etmeye hazır muktedirlere bir başkaldırıydı açıkça. Tarih boyunca zaman zaman çağ değiştiren devrimlerin, ülkeler yıkan, ülkeler kuran hareketlerin başlangıç noktası olan bu çığlık basit görünen ama hakkı verildiğinde ve yüksek sesle söyleme cesareti gösterildiğinde zannedilenden çok daha fazla şey değiştirebilecek güçte iki cümleydi. Bu cesaret de zaten ömrünü canından çok seven ülkesinin aydınlık geleceğine adamış bu sıra dışı adamın gür sesinde dile gelebilirdi.

Ülkem benim, memleketim benim

Canım, cananım

Yegane sevdiğim

Hiçbirşey uğruna vazgeçemediğim

Memleketim..!

Böyle çok sevdiği topraklara “vatandaşlığı” elinden alınarak hasret bırakıldı. Sanki bir ülkenin vatandaşlığı, bir siyasi yapının verdiği ya da aldığı bir parça kağıda bağlı. Öyle ya fakirin fukaranın rızkını sorgusuzca mideye indiren efendiler daha mı vatandaştı gerçekten memleket aşığı Cem Karaca’dan?

1987 yılında dile kolay 8 yıl süren hasret sona erip hiçbir şey uğruna vazgeçmediği memleketine döndüğünde bu efendiler boş durmadı tabii ki. Nasılsa ülkede artık meze yer gibi adam yeme vaktiydi. Ve sofrasındaki yetim hakkının hesabını soran, yoksulun, garibin bastırılmış sesini duyuran bir adam onlar için mezelerin en lezzetlisiydi. Peki Cem Karaca için tüm bu tartışmaların ehemmiyeti neydi?

Ben döneksem döndüm diye memleketime

Döndüm baba döndüm işte, oh be!

Bundan daha güzel bir cevap verilebilir miydi? Ne önemi vardı ki tüm bunların? Cem Karaca bundan yıllar önce girdiği halk ozanlığı deryasında Aşık Mahsuni Şeriflerden öğrenmişti yalan dünyanın gelip geçiciliğini?

Bütün dünya nimetini tattın işte gidiyorsun
Sonunda ecel şerbeti içtin işte
Sorarım sen hayatında ne yaptın doğrudan yana
Sorarım sen hayatında ne yaptın gerçekten yana
En sonunda dört kolluya bindin işte gidiyorsun

Evet bu sorular bizeydi, bu sorular hepimize. Doğrudan yana, gerçekten yana ne yaptığımızı soruyordu bize Cem Karaca. Ömer Hayyam’ın sandık benzetmesinden sonra ölümle ilgili en hoş benzetme bu şarkının sözlerindeydi belki de. Önü sonu belli olan bu yolculukta geride bırakabileceğimiz birkaç hoş seda olabilecekti oysa.

Yunus gibi bir ozanı,

Koskocaman Pir Sultanı,

 O mübarek Mevlana’yı,

Koca Mustafa Kemal’i

Yiyen yine de doymayan karnı büyük obur dünyada  Nemizi alacak felek bizim? Öyle değil mi?

Dünyanın oburluğu yalnız bedenleri yemesinden mi? Aksine bugünün dünyası temiz ruhlarımızı kirletip yiyip bitiriyor her gün. Ve kirlenen ruhlarımız intikam alırcasına dünyayı kirletiyor aynı hızla. Cem Karaca bu doğa düşmanlığını da aynı kuvvetle anlatıyor şarkılarında. Çünkü ünlü Kızılderili sözü gibi dünyayı dünden miras olarak değil çocuklarımızdan ödünç olarak aldığımız gerçeğini tüm kalbiyle yaşamış ve yaşatmıştı Cem baba;

Çiçekler çiçek gibi kokmuyor artık,
Ve doğa nasıl yırtık.
Bu günah dolu miras ey Allahım,
Çocuklarımıza nasıl bıraktık?

Sevinçlerimiz bile artık mekanik,
Sevgisiz saygısız otomatik.
Bu şarkı birilerine çok geç artık,
Bu şarkı kirlenmiş bir çığlık

Peki umut? Umut yok mu? Bu kadar karanlık mı geleceğimiz?

Maden ocağının dibinde

Hava yok ışık yok

Oğlun bile yok

Ama umut da mı yok? Bunun cevabını yine Cem Karaca’dan alalım;

Biraz sevgi ve hoşgörü, vallah billah

Ümit yoksa, yarın olmaz .

Çok açık ümit yoksa yarın olmaz ve Anadolu gibi bereketli topraklarda doğan hiç bir güneşte, açan hiç bir çiçekte, gelen hiç bir baharda ümit eksik olmaz. Günün gerçeğini, dünyanın adaletsizliğini, eşitsizliğini tüm çıplaklığıyla yüzümüze vuran Cem Karaca çıkış yolunu da göstermişti aynı zamanda bir sanatçı duyarlılığıyla. Kuşkusuz bize düşen onun sesinden öğrendiğimiz, dünden aldığımız dersle yine onun sesinden yarına nasıl yürüyeceğimizi görebilmek.

İşte ağaç, işte deniz, işte toprak, işte hayat budur oğlum
İşte eller, işte gayret, işte ekmek, işte hayat budur oğlum
Başını dik tut, hiç eğme sen
Aklına ve yüreğine güven
Çağını bil çağına yakış
Güzelliklerle yarış

İşte reçete belli! Hangi zamanda olursa olsun, hangi gün okunursa okunsun bu satırlar tüm zamanların ilacı değil mi? Aklına, yüreğine güvenen, çağını takip eden, çağına ayak uydurmak için emek veren gençlerin önünde hangi karanlık durabilir ki? Sadece bu da değil. Cem Karaca o baba tavrını o sesinde hissettiren o şefkat, umut bir yandan da sorumluluk ve pişmanlık dolu şu dizelerinde ne de güzel anlatıyor;

Biz görmedik sen görürüsün yavrum
Daha mutlu Türkiyemi mutlaka
Kulun kula kul olmadığı bir yarın
Kuramadık kurarsınız mutlaka

Biliminle, kitabınla, aklınla
Ellerinle, dişinle, tırnağınla
İnsanın olmanın verdiği onurla yavrum
Yüreğinle kur yarını güzel kur

Bir baba evlatlarına bundan daha güzel bir miras metni bırakabilir mi? Kan bağına hacet yok gönül bağıyla evladıyız Cem Karaca’nın. Bu hakla sorumlu hissediyoruz kendimizi yarınları inşa etmek adına. Güzellikler, iyilikler yapmak yaymak adına. O da zaten tüm gençlerin ve daima genç kalanların Cem babası olarak sesleniyordu tüm insanlara ümitvari sesiyle;

Ne yalnızlık ne de yalan

Üzmesin seni

Doğarken ağladı insan

Bu son olsun bu son

Temennisi bu yöndeydi güzel yürekli insanın. Fakat kimse için son olmadı maalesef doğum anında akan gözyaşları. Bugün yüzlerce ana, küçücük çocuklar yokluktan, savaş ikliminden, acılardan dolayı ağlıyor dünyanın dört bir yanında. Diğer yandan bunları görmemek için gözlerini başka yöne çevirmeyi yeterli görüyor vicdanını böylece rahatlatan yüz binlercesi. Herkesin papazın eşeğini kovaladığı, Ali’nin külahının Veli’ye uydurduğu bu koca dünyada.

Aldat dur! Aldan dur!
Oğlum hayat bu mudur?  
Demiyor muyuz bir çoğumuz. İşte geldik gidiyoruz, bilinmez bir diyara ve bu yolculukta Cem Karaca’nın her konuşmasında söylediği ve yürekten inandığı tek bir gerçek var;

Değişmeyen tek şey var
Değişmenin kendisi

Değişmek demek inandığın yoldan dönmek değildi. Günün değişen koşullarına göre aynı yolda farklı tonlarda fakat ısrarla aynı şeyi söyleyerek hiç korkmadan yürümüştü Cem Karaca. O değil miydi Pir Sultan Abdal’ın kararlı söyleyişini 20. yüzyıla taşıyan?

 Dönen dönsün ben dönmezsem yolumdan diyerek. Bu yolda yapılacak şey çok da zor değildi aslında, onun tarifini de çok net vermişti aslında bize;

Ne canım demek ayıp ne aşık olmak
Ayıp olan korkup ta sevmeden saymak
Ne erkek olmak hüner ne de kadın olmak
Vallahi çok zor değil sırf insan olmak
İnsan olda sor kendini ara kendini
Sen seni bil sen seni bil canım sen sen sen

Yüzlerce yıldır dünyaya gelmiş geçmiş tüm güzel insanların yürüdüğü yol tuttuğu dava aynıydı. Ve aslında farklı dillerde farklı mecralarda farklı coğrafyalarda söylenen hep aynıydı. Biz dava demişken çok uzaklara gitmeden Sivas ellerinden insanlık davasını şöyle seslendirmişti Aşık Veysel;

Allah birdir Peygamber hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası

Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i
Hep Adem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davas
ı

Bu dizeler Cem karaca aynasına şu şekilde yansıyordu;

Ben insanım değerimi bölemem
Doğu batı gavur müslüm bir bana

Aynı davanın savunucusuydu onlar, insanlık davasının. Aşık Mahsuni Şerifler, Orhan Veliler, Nazım Hikmetler, Ahmed Arifler, Erzurumlu Emrahların sesi notalarla kendi gününe yarınlara taşımıştı Cem Karaca ve korkmadan çekinmeden anlatmıştı memleketin halini memleketin insanlarına.

Nazım Hikmet’in özgürlük adına

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür,

yaşamak bir orman gibi kardeşçesine

bu hasret bizim”  haykırışı belki de en çok Cem babanın gür sesine ve sol göğsünde taşıdığı insan yüreğine yakıştı. 

Bir ömür ülkesinin insanının derdini tasasını sahnelerden duyurmayı kendine ilke edinmiş o ses bağırabilirdi en etkili haliyle “Yok edin insanın insana kulluğunu” cümlesini.

Peki ya sevda? Kalbi böyle kocaman, böyle cesur bir insanın yüreğinin bir yerinde aşka, sevdaya dair de en kuvvetli hisleri taşımıyor olması düşünülebilir mi? Elbetteki hayır.

Sevda Kuşun Kanadındaydı onun için. Ve bu en narin duyguya hak ettiği kıymeti verebilecek en güzel isimlerden biriydi o.Alkışı da duyan, ihaneti de gören Cem baba, aşkın da en umutlu en tutkulu halini yaşadı hep.

Ben yüreğimin dalından
Oymuşum teknemin omurgasını
Bu fırtınaya da dayanır bidanem

Bir ilk ekim haftası İstanbul’da
El ele olabilmek ümidi bidanem
Adam olana sevdayı gurbette de yaşatır bidanem

Sevdanın bu biçim halini çok az kişi yaşayabilir ve aynı hisle yaşatabilirdi. Bu şarkılar kim bilir kaç yürekte dile gelmiş kaç gözyaşına yar olmuştu?

Hiçbir kadın hiçbir erkeği ve hiçbir erkek hiçbir kadını
Bu biçim, bu biçim sevmedi
Yokluğu ekmeğe katık edip sevgiye açlığı eklemedi 

Sayfalarca örnekler verebiliriz, defterler kitaplar doldurabiliriz Cem Karaca sözlerinden hayatı, aşkı, sevdayı, dünyayı anlamak adına. Ama bu giriş, bir anlamda onu yeni tanıyan gençler için bir yolculuğa başlangıç olsun. Cem Baba‘nın dünyası bir derya deniz. Duyguların dalgadan dalgaya savrulacağı müthiş bir macera bu. Kendini bilmek, tanımak; sonrasında dünyaya bakmak, bugünü görebilmek, gerçekleri anlamakla devam eden ve nihayetinde kalbin en coşkulu adasında nefes aldıran.

Muhtar Cem Karaca, sanata, müziğe, halka, emeğe, insanlığa adanmış 58 yıl. Aslında yarım kalmış bir ömür erken bir veda.  “Onlar 4 kişiydi. Keşke hiç eksilmeselerdi…

Bana göre, ölüm tıbben kesin bir sondur. Ancak yaşadığı sürece yaptığı işlerle kendinden sonraki kuşaklara ışık tutabilmişse kişi, o zaman yaşam sonsuzdur. Kimse Edison ve Mevlana’nın öldüğünü söyleyemez. Karacaoğlan Dadaloğlu türküleri hala söylendiği için bugün varlar. Ne zaman bizim türkülerimiz söylenmez olursa… Eyvallah!

Exit mobile version