Hayat Kelimesinin Tınısı;

Hayat denilen kelimeyi her yerde damgalanmış bir biçimde görür, bilir ve anlamaya çalışırız. Sokakta, bankta, parkta, çarşıda, her hayat bize kendini açar. Kimse görmez fakat istersek bakarız. Didem Mamak’ın dediği gibi “Hikâyeme bir hayat yazmak istiyorum” şeklinden; otobüste veya metrodaki yüzlere -kafamızda- bir hayat yazar ve oynatırız. Hatta bazı insanlara hayal denilen o güç ile -hayat suyundan- kana kana su içirip farklı bir biçimde, olmayan dünyada bir hayat bahşederiz. Kimseye söyleyemeyiz çoğunlukla çünkü biz de bilmeyiz. Beynimiz bizimle olan oyununu hep kazanır. İdrak bize sonradan gelir.

Hayatlar ve ölüm korkusuyla bir ipte cambaz gibi yürümek hem cesur hem de düşme anının bilinmezliğinden ölümsüz bir his yaratır. Lakin düşmek ve başka bir hayata dalmak an meselesidir. Hayatlar çoğuldur ama ölüm tektir.

Başlıkta dediğim gibi; bazen bu kelimenin ahulu tınısıyla sarhoş olur bazen de mahi bir girdap olup çıkıverir. Çıkıvermek bir yana aslında hep içinde olan bir çemberde iken anıların anlamlarıyla şekillenir. Çember belki de bazen karedir bazen de dikdörtgen. Hayatın bir matematiği olmadığı gibi her cevabı da doğru kabul edilebiliriz. Bazen düşünüyorum da ikinci bir hayat sunulsaydı yine böyle mi yaşardı herkes? Ya da değişen neler olurdu? Farklı hikayeler, farklı bakış açıları ile hangi pencereden görürdük hayat denen dehlizi?

Gelmiş geçmiş tüm yazarlar ve şairler içinde bulunduğumuz âlem hakkında pek çok söylemlerde bulunmuşlardır. Hepsinde de ortak bir payda var ki; kendimize bir aynanın yansımasında görme şansını bulmaktayız. Belki de silik bir gölge… Nasıl hissettirdiği pek mühim değil çünkü; mutluluk veya hüzün ikileminden birisi var ise evet biz de varız demektir. Hayat ağrısıdır içimizdeki, doğum sancısıdır, ölüm ise yakamıza takılan karanfil..

-hayatın içinde-

 Denize Karşı Sohbet Eden İki Kadın, Camille Pissarro, 1856

Hayat, i. Bedeni çürümekten koruyan manevi salamura. Günden güne hayatı kaybetme korkusuyla yaşarız, ama kaybettiğimizde artık özlemeyiz. “Hayat yaşamaya değer mi?” sorusu sık sık tartışılmıştır, özellikle de değmeyeceğini düşünen kimseler tarafından; bu kişilerin çoğu, görüşlerini desteklemek için kitap üstüne kitap yazmış ve sağlıklı yaşam kurallarına uyarak uzun yıllar boyunca başarıyla sürdürmenin onurunu tatmışlardır. “Hayat yaşamaya değmez, budur işin aslı / diye mırıldandı umursamazca delikanlı / Hâla böyle düşünüyordu daha ileri yıllarda / ve fikri giderek güçleniyordu yaşlandıkça / Seksen üç yaşındayken bir eşek teptiğinde / haykırdı: Bana bir doktor bulun hele!” – Ambrose Bierce, Şeytanın Sözlüğü.

Yaşamak, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de.

Bilge Karasu (1930)
 Moulin Rouge-La Goulue, Henri de Toulouse-Lautrec, 1891

Yaşam, organik olmayanın içindeki bir ayaklanmadır, cansızın trajik bir atılımıdır; yaşam, canlandırılan ve -bunu da söylemek gerekir ki- acı tarafından harap edilen maddedir. Bunca çırpınmadan, bunca dinamizmden ve velveleden, ancak organik olmayanın istirahatine, unsurların bağrındaki huzura heves ederek kurtulunur. Tekrar maddeye dönme idaresi, ölme arzusunun bizzat zeminini oluşturur. Ölümden korkmak ise dönüşten çekinmektir, cansızın sessizliğinden ve dengesinden, özellikle dengesinden kaçmaktır. – E. M. Cioran, Zamana Düşüş.

Arzu hayatın yarısıdır. Kayıtsızlıksa ölümün.

Halil Cibran
Dans, Henri Matisse, 1909-1910

İnsan denen tuhaf varlık dinlemeyi bilse ömrüne hayat kazanır. Oysa hep harcanmış zamanına, boşa geçen yıllarına yanıp durur ömrü boyunca. (…) Zamanın bir suçu yok, sen kendi zamanını yapacaksın kendi etinden, kanının debisinden, toprağın üstünde kalmaya direnen ve yeryüzündeki varlığının en uzun ömürlü delili olan kemiklerinden. Kendi tabiatından yeni bir tabiat yapacaksın. İşte bu yüzden bütün bu hem âlemler arasında, hem âlemler içinde gidip gelmeler, hiçlikten maddeye, maddeden hiçliğe yer değiştirmeler, söylemeler, anlatmalar, eylemler, etmeler. (…) Çünkü insan, gücünü geçiciliğin kudretinden alır. Ölüm değil geçicilik korkusudur insanı yaratıcı kılan, hayata tutunduran. Ey insanlar âlemi, hiç mi bir şey öğrenemedin sulardan? –Murathan Mungan, Hamamname.

Yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı.

Tezer Özlü
 Still Life With Apples, Paul Cézanne, 1898

Her şeyi bekliyoruz diyorduk / Hayattan ne beklediğimizi soranlara / “Her şeyi” deyip iğrençliğimizi dişliyor / Tespihimiz şeytan tırnaklarından eşiklere takılıyor / Takılıp tökezliyoruz ara ara. / Hayat gözlerini yummuş soruyordu durmadan / El el üstünde kimin eli var? – Didem Mamak, Pulbiber Mahallesi.

Yaşamım, doğum karşısında bir duraksamadır.

Franz Kafka
Emile Claus, The Passing Boat, 1883

Kompile mistik ol dedi biri, kimdi, bir ara unuttum kendimi / Oysa hayattı bu, buradaydı, ben buradaydım, yoktu yeri / Basitti yaşamak. Yaşarsın ve kemiklerini bırakırsın geri. – Birhan Keskin, Fakir Kene.

Var olmak, yaşamak, işte bu: Susamadan, canı çekmeden kendini içmek!

J. Paul Sarte
Marie Bashkirtseff, The Umbrella, 1883

Sırtımıza yüklenen yaşam bizim için fazla ağırdır; pek çok acı, hayal kırıklığı ve üstesinden gelinemeyecek görevler içerir. Yaşamı çekilir hale getirmek için müsekkinlerden vazgeçemeyiz. Böylesi üç tür müsekkin vardır: zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar, bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler, bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler. Bu türden bir şey kesinlikle gereklidir. Bilimsel uğraş da böylesi bir oyalanmadır. – Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu.

Hayat dediğin ne ki: / Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede.

W. Shakespeare
Władysław Ślewiński’, Sleeping Woman With a Cat, 1896

Henüz ölmedim. Yakında çıkacağım. Eksi üç aylığım. Rahim içindeki bu eksi zamanın nasıl ölçüldüğünü bilmiyorum. Burası karanlık ve rahat, hareket eden bir şeye bağlıyım. Üç ay sonra diğer tarafa geçeceğim. Bazıları bu ölüme doğum diyor. – Georgi Gospodinov, Hüznün Fiziği.

Yaşama bir gitardır / Tellerine vurdukça yediveren.

Can Yücel
Walter Langley, Never Morning Wore to Evening but Some Heart did Break, 1894

Her insanın -bir kişinin- ölümü, ucu-bucağı bilinemeyecek, sınırları bulunamayacak bir varlığın yokoluşudur – Astronomi’de evrenin oluşumu için düşünülmüş “Büyük Patlama”ya benzer bir şey: ama tersinden – bütün bir evrenin, bir anda patlayıp, çöküp, yitişi… – Oruç Aruoba, Tümceler.

Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı, / Macera değil. / Yaşamak, sade “yaşamak” / Yosun, solucan harcıdır.

Ahmet Arif (1927)
Edward Hopper, Soir Blue, 1914

Çocukluk, i. İnsan hayatında bebekliğin bönlüğüyle gençliğin budalalığı arasında kalan dönem – yetişkinliğin günahlarından iki birim, yaşlılığın pişmanlıklarındansa üç birim uzaktadır. Yaşlılık, i. Gücümüzün hâlâ yettiği kötü alışkanlıkların tadını çıkarırken artık göze alamadıklarımızı kötülediğimiz dönem. Uzun ömür, i. Ölüm korkusunun alışılmadık ölçüde uzun bir süreye yayılması. – Ambrose Bierce, Şeytanın Sözlüğü.