Fahrenheit 451

Fahrenheit 451: Kitap kağıdının yanma sıcaklığı.

Zamanın ötesinden gelen bir uyarı; çarpıcı mesajlar içeren tokat niteliğinde bir yaratma. Yarattığı hissiyat bakımından zengin fakat sadece onu anlamak isteyenlere özgü bu hissiyatlar. Henüz var olmamış bir dünya ama bu var olamayacağı anlamına gelmiyor. Yakmak için görevlendirilmiş itfaiyeciler… Yanmayan evler… Yakılmak üzere fırınlara atılan kitaplar… Benlik arayışı… Kargaşa… İçinden çıkılamaz derecede kanıksama… Neyi neden yaptığını bilmeden robot edasıyla hareket etme ve dahası. 1953’te yayınlanan bir eser düşünün ki attığı tokat yıllar geçtikçe daha da güçleniyor, sarsıntı yaratıyor.

Neil Geiman, Fahrenheit 451’in önsözünde şunlara değiniyor:

1950’lerde şu espriler yapılıyordu: ‘Eskiden kimin evde olduğunu ışıkların açık olmasından anlayabilirdiniz; şimdiyse ışıkların kapalı olmasından anlaşılıyor.’ Televizyonlar küçüktü, siyah beyazdı ve net görüntü elde etmek için ışıkları kapatmak gerekiyordu.

Ray Bradbury, ‘bu böyle sürerse… Artık kimse kitap okumayacak,’ diye düşündü ve böylece Fahrenheit 451’e başladı.

Sade, anlaşılır dili ve davetkar konusuyla beni ve merakımı cezbetmeyi başaran eser, elbette ki burada, bu mecrada yazılmayı/çizilmeyi hak ediyordu. Bu incelemeyi her ne kadar eser biter bitmez yazmayı istesem de kendimi beklemek için zorladığımı söyleyebilirim. Çünkü üzerinden zaman geçtikçe, eserin üzerinde her düşündüğümde, eserden farklı anlam ve sonuçlar çıkarmak çok olası. Bu nedenle sindirilmeyi sonuna kadar hak eden bir yaratma.

Bir tüketim topluluğu… Hepsi aynı şeyi düşünüyor ama bunun farkında değiller. Kalıplaşmış birtakım sözcükleri bütün hayatlarına yayarak kullanıyorlar. Duygudan uzak, hissetmekten bihaber; robotlaşmışçasına. Hepsinin ağzında aynı tıngırtı. Toplumun eğlencesi tamamen tekdüze ve bu tekdüzeliği ayakta tutmak adına kitaplar yakılıyor; düşman gibi lanse ediliyor ve evinde kitap barındıran insanlar ağır cezalarla cezalandırılıyor. Yaratılan kusursuz dünya açısından bir ütopya fakat dünyayı ayakta tutmak adına kitapların barbarca yakılması bakımından ağır bir distopya. Bu kurmaca dünyanın temellerinden yıkılabilmesi için okumak, aydınlanmak yeterli belki de…

Kitabın giriş kısmı, gerek diyalog, gerek betimleme açısından beni en çok etkileyen kısım oldu. Farklı bir dünya, içi boş olmayan yoğun diyaloglar, mekanik tazılar, böcekler ve dahası… Hafif yazı dili de buna eklenince tadından yenmedi diyebilirim. Gerçekçi olmak gerekirse, bu etkiyi gelişme kısmında pek göremedim. Sonuç kısmı beni heyecanlandırdı evet ama nihayetinde olaylar havada kalmış hissiyatı bıraktı üzerimde. Sözüm ona, zaten bu tür eserlerde sonuç kısmı net ve keskin çizgilerle belli olmaz fakat hiç değilse, bulanık da olsa bir sonuç beklerdim… Çünkü bu yolculuğa Montag ile beraber çıkıyor okur. Onun başardığını ya da başaramadığını bilmek hakkı.

Her şeyiyle yoğun mesajları içinde barındıran eserin yarım asır önce yazıldığı göz önünde bulundurulursa, bu onun ölümsüzlüğünü kanıtlayabilir. Ray Bradbury belki de -günümüz şartlarıyla- ateş metaforuyla teknolojiyi maymun iştahlılıkla kullanmamızı/ zamanımızı boş şeylere harcamamızı işaret etmiştir. Belki de hepimizin içinde bir yerlerde henüz açığa çıkmamış bir itfaiyeci yatıyordur, kim bilir?

Kadının içindeki kan yeniydi ve ona yeni bir şeyler kattığı anlaşılıyordu. Yanakları pespembe, dudakları canlı ve renkliydi, yumuşak ve gevşemiş görünüyorlardı. Onda başka birinin kanı vardı. Keşke bir başkasının eti, beyni ve belleği de olsaydı. Keşke onun beynini alıp kuru temizleyiciye götürüp, ceplerini boşaltıp, buhara tuttuktan ve temizledikten sonra, yeniden kolalayıp sabahleyin geri getirebilselerdi. Keşke…

“Mutlu olmamız için gerekli her şeye sahibiz, ama mutlu değiliz. Bir şey eksik. Etrafa bakındım. Ortadan kaybolduğunu bildiğim tek şey, on on iki yıldır yaktığım kitaplardı. Bu yüzden kitapların faydası olur diye düşündüm.

“Kendini riske atıyorsun.”

“Bu da ölmenin iyi yanlarından biri; eğer kaybedecek bir şeyin yoksa, istediğin riske girebilirsin.”

Herkes ölünce ardından bir şey bırakmalı; Öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye.

“Güneş her gün yanıyordu. Güneş, zamanı yakıyordu.”