“Kelebeğin Rüyası”ndan İnsanın Gerçekliğine

“Şerefine kaldırıyorum bu olmayan şarap kadehini. Şerefine üstad!”

Senaryosunu ve yönetmenliğini Yılmaz Erdoğan’ın üstlendiği “Kelebeğin Rüyası”, insanın içine işleyen oyunculuklarıyla fazlasıyla gerçek, iç acıtıcı bir insan hikayesi. Zonguldak, 1941.

Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şu dizelerinde anlatılan Zonguldak’ta geçer filmimiz:
karadeniz derler bir kara derya
abanmış üstüne kozlu’da çocukların
kömür müdür yürek midir ocaklardaki
ağıt mıdır figan mıdır bacalardaki
zonguldak zonguldak vurur yüreğim
zonguldar dertlerim günde beş öğün
katarlanır albayraklı cenazelerim
kimi ağlar ekmek ekmek, ne bilem
kimi ağlar okul okul, ne bilsin

ne bilsin grizuyu grevi sendikayı, kemal’ım
ne bilsin yoksul yetim?
sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de kömürlere
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

Zonguldak’ın iki rengi ön plana çıkar: yeşil ve siyah. Karadeniz’in doğal örtüsü, yemyeşil derinliği insanların nefesiyken siyah ise kanun çerçevesinde çalışmak zorunda oldukları kömür madeninin rengidir. Siyah hasta eder onları, kan kusturur; yeşil ise iyileştirir, hayat verir.

Film Behçet Necatigil’in (Yılmaz Erdoğan) mektubuyla başlar. Kime yazdığı, hatta yazıp yazmadığı tam bir muamma olan mektupta öğretmenliğini yaptığı iki şairden söz eder. Herkes gibi o da unutmuş, söz etmemiştir onlardan. Daha filmin başından anlarız ki Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) ile Rüştü Onur’un (Mert Fırat) hikayesi içimizi ezecek, unutulmuşlukları milletçe utandıracaktır bizi.

“Yalnız ben mi inkâr ediyorum Allahı
Mevsimler benden kafir
Ya kuşlar ve ağaçlara
Ne buyurulur
Uzun söze lüzum yok
Şahidimdir
Beş parasız gezindiğim sokak
Bir zaman yaşadığıma”
Muzaffer Tayyip Uslu

Oyunculukların kadronun yarattığı beklentiden bile yüksek olduğunu söylemeliyim. Özellikle Kıvanç Tatlıtuğ, Muzaffer Tayyip Uslu’yu gözlemleyebilseydi ancak bu kadar olurdu, dedirtecek derecede yaşamış karakterini. Gözleri bulutlu o halini unutmak ne mümkün. Çaresizliği de umutsuzluğu da bir kareye sığdırabilmiş başarılı oyuncu. Belçim Bilgin’in liseli bir kıza göre yaşça daha büyük duruşu bile arada kaynayıp gidiyor. Farah Zeynep Abdullah’ın hastalıkla savaşan genç kadın kıyafetini üzerine tamamen giyebilmesi ise şahane. Rahman Altın imzalı müziklerin ise sahnelerle tam anlamıyla bütünleştiği bir gerçek.


Yapım yılı olan 2013’ten itibaren başarılara imza atan filmde, jandarmalar tarafından ocakta çalışmaya götürülen 15-65 yaş arasındaki erkeklerin görüntüsü işgal yıllarını anımsatır seyirciye. İkinci dünya savaşı yıllarında erkeklerin büyük çoğunluğunu ya askere ya da ocağa göndermek zorunda kalan devletin zalim kanunlarının sonuçları açısından tarihi bir yanı da vardır filmin.

Zira Uslu da şöyle der, madene gidip görmek isteyen Suzan’a: “Kızlara göre bir yer değil. Daha doğrusu, insana göre bir yer değil.”

İki şair arkadaşın umutları ekrandan seyirciye yansır adeta. Zorlu hayat koşullarının üstüne o kadar güçlü gidiyorlardır ki, olmayan eşyaları üzerine iddiaya girip şakalaşmakta, memuriyetlerinin yanı sıra Varlık dergisine yayımlanmaları için şiirlerini göndermektedirler. Ve maalesef bu umudun gerçekliğe yavaş yavaş yenilişini izleriz.
Bu sırada zengin iş adamının kızı Suzan da şehre gelmiş, iki şairin de dikkatini çekmiştir. Ona yazacakları şiirlerden hangisinin daha çok beğenileceği üzerine iddiaya girmeleri ve Suzan’a Rüştü’nün yazdığı bir piyeste rol teklif etmeleri üzerine hikaye derinleşir ve üçünün bağı usul usul kurulmaya başlanır.

Rüştü’nün verem kaynaklı şiddetli öksürükleri dolayısıyla Suzan ilk karşılaşmalarında elini sıkmaktan ürkmüştür. Bunun üzerine Muzaffer, Suzan’ın sıradan olduğunu düşünür ve Rüştü’nün ağzından filmdeki en sevdiğim replik çıkar: “Biz bir kıza şiir yazmayacağız ki. Kız bizim bahanemiz. Aşk bahanesidir şiirin.”

Film, şiir yazmanın doğasını açıklaması yönüyle de oldukça başarılıdır. Şairlerin gerçek aşkla şiiri birbirinden bağımsız görmeleri, şiir sanatı mevzu bahis olduğunda işlenmeye değer bir detaydır. Sonbaharda ağacından kopan bir yaprağı gören şairin, bunu bir ormanın ömrünü tamamlaması şeklinde tasvir etmesi gibi… Şiirin temelidir mübalağa. Nitekim Rüştü’nün Suzan’a hissettiklerinin bir şair hissiyatı olduğu kısa sürede ortaya çıkar.

Fakat Muzaffer için aynı şey geçerli değildir. O gerçekten kapılır Suzan’a. Filmin ilerleyen kısımlarında Suzan’ın isteği üzerine birlikte madene inmişler, sonunda yakalanıp cezalandırılmışlardır. Hastalığını iyice körükleyen bu durumun sorumlusu Suzan olsa bile, Muzaffer’in Rüştü’ye madende Suzan’ın nasıl göründüğünü anlatmaya çalışmasında bu işin bir şair hevesinden çok daha fazlası olduğu anlaşılır. Normalde durmadan ağzından dizeler dökülen şair sus pus olmuş, “O, o kadar…” demekle yetinmek zorunda kalmıştır. Aşk, şiirin bahanesiyken bir anda şiir, aşkın karşısında bitip tükenmiştir.

Kimden sual ettimse halimi güldüler / Anam bile şiir yazdığım için bakmadı yüzüme/ Yalnız bir öğle üstü sofrada / Ölüm mukaddermiş dedi / Halbuki yaşamak alnımın yazısı” şiirini annesinin yüzüne okuyup sanatoryuma giden Rüştü’yü, maden macerasıyla hastalığı şiddetlenen Muzaffer de takip eder.

“Sevgili Suzan, Sana ilk mektubumu Heybeliada Sanatoryumu’nda bir daktilo bolluğu içinde yazıyorum…”

Sanatın o yokluk dönemlerinde nasıl öksüz olduğu tokat gibi çarpar seyircinin yüzüne. İş yerinden aldıkları daktiloyu balkonda yazı yazarken düşürmeleriyle yüzlerinin aldıkları halde görürüz çaresizliklerini. Hastalığı sebebiyle zar zor kendini kabul ettirdiği sanatoryumdaki daktilo odasında gördüğü kağıtları eline alıp çocuk sevinciyle sallayan Muzaffer’in gülüşünde tanışırız şairlerin yokluğuyla. Şairlerle hocaları arasında geçen bu diyalog ise yine bu gerçeği gözler önüne serer:
“Yazı yazmak için üç şeye sahip olmak şarttır: kağıt, fikir ve yazı aracı. Çoğu zaman bu üç şeyin ikisi sizde yok.”
“Sizde de yok hocam. Daktilo okulunmuş kağıt da çocukların.”

“Payıma düşen toprak parçası
Senin de payına düşer
Ayrılık gayrılık yok
Ölüm nefesinde nasıl olsa
Amma henüz vakit erken
Daha gün
Karşı apartmanın balkonunda
Dur bakalım hele
Ben salata satayım
Şair Leyla Sokağı’nda
Sen gene koş
Bez fabrikasındaki
Tezgahının başına
Ölüm içimde
Ölüm dışımda
Ölüm talihsiz aşımda
Ölüm kuru başımda
Teselli benim gözyaşımda”
Rüştü Onur

Sanatoryumda Mediha (Farah Zeynep Abullah) adlı bir kıza aşık olan Rüştü’nün acı sonu da bu aşk ile başlamış olur. Rüştü, Mediha; Muzaffer ise Suzan uğruna sanatoryumu terk eder. Rüştü sevdiği kızla evlenerek onun ailesinin yanına, İstanbul’a yerleşir ve Muzaffer de Suzan’ın peşinden İstanbul’a gider. İkisinin yolu yine kesişmiş olur. Bu sırada başta bahsettiğim gibi umudun yerini karamsarlık almaya, Rüştü’nün içi kararmaya başlamıştır. Yokluk ve Mediha’nın ne olduğu belirsiz hastalığı Rüştü’yü avcunun içine almıştır. Karısını kaybedince kendi hayatından iyiden iyiye geçen şairin ölümünün yarı intihar yarı Tanrı vergisi olduğunu söyleyebiliriz. Rüştü Onur, hayatın ona verdiği hastalıkla iç içe yaşamaktayken, hayatı zaten ölüm kokarken karısının ölümüyle yaşamının son günlerine bilinçli bir adım attı. O günler nasıldı kim bilir… Hiç çabaladı mı mesela yaşama tutunmaya? Hiç umutlandı mı? Bir kere olsun kendisini sevdi mi? Son gecesinde neler hissetti? Rüştü’nün son gecesinin gösterildiği sahne için ne desek az olur. Yürek ezici bir atmosferi olan sahnede Muzaffer, Rüştü’ye şiir iddiasını kazandığını söyler ve şiire dair bir gerçeklikle son noktayı koyar: “Sen şiir yazdın, ben aşk mektubu.”

Aşk bahane edilerek yazılan şiir, beğenilen olur: abartılarla süslenmiş, heveslerle yenilenmiş… Gerçek ise şiiri söndürerek bir hiç edebilme kabiliyetine sahiptir. Bu yüzden bu film unutulmuş iki şairin hikayesini anlatır, evet, ama berberinde birçok gerçekliğe ev sahipliği yapar. Şiirlere sığamayacak kadar büyük gerçeklere: Kömür karasına, gerçek aşka, dibi görünmeyecek kadar ümitsiz bir hastalığa…