Bir Metin, İki Oyun: Bir Delinin Hatıra Defteri

Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.

– Fyodor Dostoyevski

En derin, en tutkulu arzularımız bize çok uzaktan geçip gitse ne yaparız? Ya bizde coşkular uyandıran kişinin varlığımızdan bile haberi yoksa? Ya da daha kötüsü – umursamıyorsa? Ya, o her gün kurduğumuz hayallerin hiçbirinin gerçekleşmesine en ufacık bir ihtimal bile yoksa?

“Ama bu dünya da hiç bir şey kalıcı değildir.”

Gogol’un büyük eseri Bir Delinin Hatıra defteri tam da bu ve bunun gibi sorular sorup insanlığın ortak acılarını gözler önüne seriyor. Alelade bir memurun günden güne delirmesini anlatan oyun, geçtiğimiz tiyatro sezonunda Türkiye’nin iki usta oyuncusu Genco Erkal ve Erdal Beşikçioğlu tarafından iki farklı yorumla sergilendi.

Genco Erkal: 80 yaşında bir usta

Kuşkusuz, Genco Erkal şu an sahnede aktif rol alan sayılı sayıdaki usta oyunculardan biri.  Bu tecrübesinin oyunun her yanına sirayet ettiğini söylemek mümkün. Bir memurun basit ve içli yaşamı, hayalleri, rüyaları masumiyet ve naiflikle vücut buluyor.

Salona girdiğimizde bizi son derece klasik bir dekor karşılıyor: büyük bir yatak, arka ayna ve oda kapıları, dolaplar, etajerler… Sahne, ilk görüşte çok kalabalık olduğunu düşündürse de Erkal, her köşeyi, malzemeyi, ışığı kullanmakla kalmıyor, hepsinden bir illüzyon yaratıp bizi Petersburg’da yalnız bir adamın odasına götürmeyi başarıyor.

Genco Erkal’ın naif, saf memuru oyunun başında kendi halinde “uslu” bir portre çiziyor. Reji, oyunun bu aşamasında 4. duvarı kapatmayı, yani seyirci yokmuş gibi oyunu sahnelemeyi tercih etmiş. Zaman ilerledikçe ve mazlum memurumuz deliliğin sınırlarına yaklaştıkça 4. duvarla beraber akıl sağlığının, dirayetinin kırılmasına şahit oluyoruz.  Hislerinin nedenlerine ve sonuçlarına son derece hâkim olan, farkındalığı çok yüksek bu karakterin her geçen saniye deliliğin içine çekilmesini izlerken oyunun temposu da artıyor, finali daha çok merak etmeye başlıyoruz.

Finale doğru acısı, kızgınlığı ve tabi ki deliliği arttıkça seyirciyle daha iç içe, daha “sana” yönelik bir anlatıma dönüşen oyun, bu yolla bize doğrudan hitap ederek bize kendi hayal kırıklıklarımız üzerine sorular sordurtuyor.  Aslında söylediği hangi şey “delice” ki? Böyle düşünmekte haksız mı? Onun yerinde olup üzülmemek mümkün mü? Peki ya delirmesinin sebebi tam da buysa? Ya zihni daha fazla farkında olmamak için kişiyi delirtmeyi seçiyorsa?

“Ben zaten köpeklerin insanlardan daha zeki olduğundan şüpheleniyorum. Hatta konuşabildikleri, sırf inat olsun diye konuşmadıkları kanısındayım.”

Erdal Beşikçioğlu: Avangart Sanatın Temsilcisi

Salona adımımızı atar atmaz dekorun(!) sıra dışılığı, oyunun rejisi hakkında ipuçları veriyor. Sahnenin üzerinde bir vinç, vincin sahne zeminine temas ettiği hizada koltuklar… En büyük sürpriz ise 3. gong çalındığında karşımıza çıkıyor: En başından beri vincin üstünde “baygın” yatan Beşikçioğlu doğrulup oyununa başlıyor.

Beşikçioğlu’nun memuru, Erkal’ınkinin aksine biraz daha nefret dolu, hıncını kontrol etmekte zorlanan bir karakter. Beşikçioğlu her insanın içinde büyüttüğü umutları, hayalleri, yarattığı koskoca dünyayı ve bunun gerçek dünyada başımıza yıkılmasını, oyunun diğer öğelerine nazaran altını çizerek seyirciye iletiyor. Tüm oyun seyirciye konuşan karakter, bizimle sohbet ediyormuş gibi, ilk andan son ana kadar bize anlatıyor.  Beşikçioğlu’nun bazı seyircilerle doğrudan konuşması, salon içinde olan olaylara tepki vermesi (telefon çalması, sıcak olması gibi) de bu seçimi destekliyor.

“Neden ben değil?”

Oyunun en vurucu sorularında biri, kişinin istedikleri elinden kayıp giderken, hatta fersah fersah uzaktayken ne tepki verdiği, bununla nasıl basa çıktığı.  Neden birileri bizim istediklerimizi çok kolay elde ederken biz ya da başkaları edemez? Biz mi korkarız? Onlar mı cesurdur? Yoksa doğuştan gelen sosyo-ekonomik şartlar bizim kaderimiz mi? İki usta oyuncu, bizim her gün kendimize sorduğumuz sorulara sahnede Gogol’un ağzından yanıt arıyor,  ve bize muhteşem birer performans sunuyor.