Bir Şiir, Bir Şair

   – Şükrü Erbaş –

Şükrü Erbaş şiirleri ve denemeleriyle hafızalarda yer edinen bir şairdir. O şiirinde, ferdi ve toplumsal sorunları, haksızlıkları kendine özgü bir dille anlatmayı yeğler. Ona göre şiir dili ile kullandığımız günlük konuşma dili arasındaki bağın ve dilin kullanımıyla doğru ve zenginleşeceğini düşünür. Dilimizi güzel kullanan Şükrü Erbaş, lirik şekilde şiir örnekleri vermiştir. Kullandığı imgelerle de bunu kuvvetlendirmiştir.

 

  “Ben düzyazıdan hep uzak durmaya çalıştım. Sanki şiire kuma getiriyormuşum gibi bir garip duyguyla uzak durdum.” diyor Şükrü Erbaş.. ama düzyazı yazmaktan da vazgeçemiyor..

 

Şükrü Erbaş, 7 Eylül 1953 yılında Yozgat’ta doğar. Ailesi çiftçilik yaparak geçimini sağlarlar. İlk ve orta öğretimini Yozgat’ta tamamlayan sanatçının İstanbul hayalleri vardır.

 

 

 

Şükrü Erbaş, lise ikinci sınıftayken evden kaçar. İstanbul’a gitmeyi düşünür fakat otogarda köyden tanıdıklar onun kaçacağını anlayıp eve getirirler, gitmesine izin vermezler. Lise ikinci sınıftayken ailesinin isteğiyle komşu kızı Hatice Hanım ile nişanlandırılır ve evlendirilir. Barış ve Esin isimli iki çocukları dünyaya gelirler. Liseden sonra 1972 yılında TMO Genel Müdürlüğü’nde memuriyet hayatına başlar. 1974’te yani lise öğreniminden dört yıl sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümü’ne girer. Erbaş öğretmen olarak mezun olur, fakat Ankara’dan ayrılmak istemediği için öğretmenlik yapmaz, TMO Genel Müdürlüğü’ndeki memurluğuna devam eder, 1998 yılında emekli olur. 1985 – 1988 yılları arasında Yarın Dergisi’nin yazı kurulunda, 1993 – 1999 yılları arasında da Edebiyatçılar Derneği’nin de çalışır.

 

  “Ankara benim ikinci ana rahmimdir. Devrim düşüncesinin başkentidir. Şiirimin beşiğidir. Yoksulluğun ezikliğidir. Vitrinlerin kırbacıdır. At kestanelerinin güzelliğidir. Mazlumun kaderini öğreten okuldur. Sevginin, ihanet duygusu ve pişmanlıkla boğulduğu gönül yarasıdır. Emeğin aşktan büyük olduğunun siyah-beyaz fotoğrafıdır. Yalnızlığın ışık ışık her yere sızdığı bir acı atlasıdır. Bir şaire ne verir, bir şair ona ne verir, nereden bileyim. Bu biraz derya-kap ilişkisine benzer. Kimin kabı ne kadar alırsa…”

 

 

Sanatçı, Sevi Dostluktur adlı ilk şiirini Varlık Dergisi’nin 1978 Şubat sayısında yayımlayarak Türk şiir dünyasına ilk adımını atar. 1984’te ilk şiir kitabı, Küçük Acılar yayımlanır.

 

Şiirleri hem ferdi duygular hem de toplumsal temalardır. Aşk, özlem, kadın, ayrılık, ölüm vesaire.. Şiirinde ironi ve derinleşen konular psikolojisini anlamamıza yardımcı olur. Şiirinin iç dünyasındaki çatışma, direniş ve birbirine zıt temalar, şairin poetikasının önemli bir yönünü teşkil eder. Onun şiirindeki konular psikolojik yanını etkileyen faktörlerdir.

 

  Toplu basım dşında 19 şiir kitabı ve 5 deneme kitabını toplumla buluşturan sanatçı, her ne kadar düz yazılar yazmış olsa da özellikle şiire olan tutkusuyla şair kimliğini ön plana çıkan yazarımızdır.

 

 

  Şükrü Erbaş’ın hayatından ve şiir anlayışından bahsettiğimize göre düzyazı gibi görünen fakat en sevdiğim şiirlerinden bir tanesini buraya bırakıyorum;

 

 Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları

...Ve güz geldi Ömür hanım. Dünya aydınlık sabahlarını 
yitiriyor usul usul. İnsanın içini karartan bulutların seferi var 
göğün maviliğinde. Yağmur ha yağdı ha yağacak. İncecik 
bir çisenti yokluyor boşluğunu insan yüreğinin. 
Hüznün bütün koşulları hazır. Nedenini bilmediğim bir 
keder akıyor damarlarımdan. Kalbimin üstünde binlerce 
bıçak ağzı... ve yüzüm ömrümün atlası; düzlükleri bunaltı, 
yükseklikleri korku, uçurumları yıkıntılarımla dolu bir 
engebeler atlası. Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür 
hanım? 

Her şeyi iyi yanından görmeyi kim öğretti bize? Acıyı 
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? Göğü görmeden, denizi görmeden
maviyi anlamaya benzemez mi bu? Bir güz düşünün ki
Ömür hanım, ilkyazı olmamış, yazı yaşanmamış, 
böyle bir güzün hüznü hüzün müdür? Başlamanın bir 
anlamı varsa bitişi göze almak, bitişin bir anlamı varsa 
başlangıcı olmak değil midir? Yaşamı düz bir çizgide tutmak
tükenmektir. Yaşamak zorunda olduğumuz şunca yılı 
aykırı uçlar arasında gezdirip geçirmedikçe, alışkanlıkların 
sınırlarını aşmadıkça zaman zaman, yaşamak nasıl yenilik 
olur tükenmek değil de? 

Yağmur yağıyor Ömür hanım...gökten değil, yüreğimin 
boşluğundan ömrümün ıssız toprağına...Ve ben sonsuz 
bir düzlükte bir küçücük, bir silik nokta gibi eriyip gidiyorum. 
Seslensem kim duyar sesimi yalnızlıklar katından?
Dönelim...Dönmek yenilmektir biraz da, yarım kalmasıdır 
çıkışlarımızın, korkaklıktır, alışkanlıkların güvenli küflü 
kabuklarına sığınmaktır...Olsun dönelim biz yine de. Bilincinde
olmadan üstlendiğimiz sorumluluklarımız var. 
Evlere dönelim, sırtımızın kamburu evlere, cılızlığımızın 
görkemli korunaklarına, yalnızlığımızın kalelerine dönelim.
Ölçüsüz yaşamak bize göre değil Ömür hanım. 
Büyürken geniş ufuklarımız olmadı bizim. Küçücük 
avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın 
binlerce engeli yığıldı önümüze. Hangi birini yenebilirdik 
bunca olanaksızlık içinde. Umutsuzluğu tanıdık, yenilgiyi 
öğrendik böylece. 

Yaşama sevinci adına bir tutanağım kalmadı Ömür hanım. 
Bir garip boşlukta çiviliyim günlerdir gözbebeklerimden. 
Sahi nedir yaşamın anlamı? Geriye dönüyorum sık sık 
yanıt aramak adına, yüreğimin silik izler bırakıp, ağır 
yükler aldığı zamanın derin denizlerine. Bakıyorum umut 
karamsarlığın, sevinç acının azıcık soluk almasından başka 
ne ki? Yaşamsa gerçekle düşün umutsuz bir savaşı, her şeyi 
içine alan kocaman bir yanılsama... Değil mi yoksa? 

Öyle büyük umutlarım olmadı benim, büyük düşlerim, 
özlemlerim, büyük beklentilerim olmadı. Koşullarım beni 
oluşturdu ben acılarımı buldum. Herkes gibi yaşasaydım 
eğer, yaşamı onlar gibi görebilseydim çarşılar yeterdi 
avutmaya beni. Bir gömlek, bir ayakkabı, bir elbise; bir
yemek lokantalarda; televizyon, halı, masa ve daha nice 
eşya yeterdi yalnızlığı örtmeye, kendimi göstermeye, varolmaya,
'dar çevre yitikleri'nde önem kazanmaya... 

Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının 
eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla 
dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek 
ki, sonucu yepyeni bir "ben"e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan
her döndüğümde...Bir ben ki tüm ilişkilerin 
perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına
insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir 
Ömür hanım? 

Susmak yalnızlığın ana dilidir, Ömür hanım, şiiridir, beni 
konuşmaya zorlama ne olur. Sözün sularını tükettim ben, 
kaynağını kuruttum. Geriye bir büyük sessizlik kaldı yüreğimde,
kalabalıklar, kalabalıklar kadar büyük...Yalnızım 
Ömür hanım, geceler boyu akıp giden ırmaklar gibi karanlıklar
içre, öyle yitik, öyle üzgün, yalnızım...Sularım 
toprağa sızıyor bak. Yüzümü geceler örtüyor. Binlerce taş 
saklanıyor içimde. Kim kimin derinliğini görebilir, hem 
hangi gözle? 

Kendilerinin olan tek sözcük yok dillerinde, öyle çok konuşuyorlar ki...
Bir söz insanın neresinden doğar dersiniz? 
Dilinden mi, yüreğinden mi, aklından mı? Düşlerinden 
mi yoksa gerçeğinden mi? Ve kaç kapıdan geçip yerini 
bulur bir başka insanda? Yerini bulur mu gerçekten? Sözü 
yasaklamalı Ömür hanım yasaklamalı...Kimsenin kimseyi 
anlamadığı bir dünyada söz boşluğu dövmekten başka ne 
işe yarıyor ki? Olanağı olsa da insanların yürekleri konuşabilseydi
dilleri yerine, her şey daha yalansız, daha içten 
olurdu. Aklı silmeli diyorum insan ilişkilerinden. Yanılıyor 
muyum? Olsun. Yanıldığımı biliyorum ya... 

Yeni bir şeyler söyle bana ne olur, yeni bir şeyler. Kurşun 
aktı kulaklarıma hep aynı sözleri, aynı sesleri duymaktan. 
Belirsizlik güzeldir, de örneğin, kesinlik çirkin. Sessizlik 
sesten -hele de güncel ve kof-  her zaman iyidir; düş gücü, 
iç zenginliği verir insana. Dünyanın usul usul ağaran o 
puslu sabahları ve günün turuncu tülleriyle örtünen dingin 
akşamları bu yüzden etkiler bizi, duygulandırır, de. Anlık 
izlenimler sürekli görünümlerden her zaman daha güçlü, 
kalıcı ömürlüdür...Alışkanlıklar öldürür güzelliğimizi, 
bizi değişmek çirkinleştirir de. 

Kimse düşlerine yetişemez ve kimse geçemez gerçeğini bir 
adım bile; bu yüzden sıkıntı verir zaman, kısa kalır, sonsuz 
olur, insanın küçücük ömrünün karşısında. İstemenin kuralı 
yoktur, de, açıklaması sınırı suçu yoktur; istemek yaşamın
kendiliğinden sonucudur, ne haklı ne haksız, 
ne yerinde ne yersiz...

Biz hepimiz dikenli tellerle sarılıyız, her ilişkide bir parçamız
kalır ve bölüne bölüne biteriz de. En büyük hünerimiz
kendimize karşı olmak, aykırı yaşamaktır, acı 
kaynaklarımızı ellerimizle yaratarak...Kıyılarımız duygularımızın
boyunda, derinliğimiz aklımızın ölçüsündedir; 
ufuklarımızsa sisler içinde...O kıyısız gökyüzü nasıl sığar 
küçücük gözlerimize, bir bardak suya, demirli bir pencereye...
Nasıl gizleriz ağız dil vermez bir geceye? Ve nedir 
ki gizi, daraldığımız her yerde bir genişlik duygusu verir 
içimize. Çözemeyiz, de, bu güdük bilinç, bu sığ yürek, 
bu ezbere yaşamla. 

Dünya bir testidir, de, Ömür hanım, ömür bir su...Sızar 
iğne ucu gözeneklerinden zamanın, bir içim serinlik bir 
yudum mutluluk için. Ve bir gün ölümün balkonundan...
dökülür toprağa el içi kadar bir su. Yerde birkaç damla 
nem, bir avuç ıslaklık...Ölümü bilerek nasıl yaşar insan, 
geride dünyanın kalacağını bilerek nasıl ölür; bilmek bütün 
acıların anasıdır, de... 

Sars aklımın cılız ayaklarını, kuşat beni. Değişik şeyler 
söyle ne olur, yeni bir şeyler söyle. Yıldım ömrümün kalıplarından.
Beni duy ve anla.

Yağmur dindi Ömür hanım. Gökyüzü masmavi gülümsedi 
yine. Doğa aynı oyununu oynuyor bizimle. Umudun 
ucunu gösteriyor usulca, iyimserliğin ışığını süzüyor mavi 
atlasından. Ne aldanış! Bulutların rengi mavi-beyaz mıdır, 
kurşuni-külrengi mi yoksa? 

Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil 
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşı-
maktan. Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin
bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir 
aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim 
değil mi? Kim ne diyebilir ki?

Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. 
İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş 
ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim 
olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına,
ben geçtim...Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir 
saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, 
ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek. Beni cam kırıklarıyla
 anımsasın insanlar, savrulan bir yaprak hüznü 
ve dağınıklığı ile... Yükümü yanlış bedestanlara çözdüm.
 
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak 
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir 
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında,
örtüyor ömrümün ilk yazını. İçimde bir çocuk, 
yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru, binlerce kez yenilmiş 
umut ölülerini çiğneyerek. Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş, 
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?

Ankara, Güz/1983

Şükrü Erbaş / Bütün Şiirleri – 2
Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016
(s.79-86)