Can Sıkıntısı

sıradan insanlardan ölümsüz kahramanlar yaratan Dostoyevski “insanın aklı çoğaldıkça can sıkıntısı artar” demiş. 

can sıkıntısı; uzun süreli ve sinir bozucu olmaya başladığında bir depresyon belirtisiymiş. 
can sıkıntısı; enerjiyi emen, insanı dibe vurduran bir ruh hali aynı zamanda. elini uzatmaya, boynunu çevirmeye dahi üşenir hale gelebilirsin. yüreğinde tek tek ayırdığın çıraların nedensiz yere bir kıvılcımla yanmasını öylece bekleyip durursun.

-biraz konuşmak ister misin? bunalımda mısın? 
-bunalımda değilim, sadece sıkılıyorum. 
-neden? 
-can sıkıntısı işte. gece karabasan gibi üzerime çöküyor.
pencereden bakıp boş gözlerle dışarıya baktığın olmadı mı?  
nötr duygularla taş kesildiğin günler filan? hani “bir ben var benden içeri” işte onunda bedene dar gelme hali bende mevcut olan. 

Ömer Hayyam’ın dediği gibi: 
“bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez, kimse bilmez.”

bazen yaratıcılığın ateş olduğu metaforda, körük rolünü üstlenen oyuncu gibi can sıkıntısı. işi olmamakla kesinlikle ilgisi olmayan bir haleti ruhiye. öyle ki; can sıkıntısı devam ettikçe resim, müzik, tiyatro ve benzeri boş zamandan kaynaklı yaratıcı uğraşlar edinirsin. hatta canı sıkılan ve gücü elinde bulundurmak isteyen bireyin aklına devlet kurmak bile gelir. sonra devlet kuranın canını sıkan herkesin canını sıkmak istemesine neden olan şey olur can sıkıntısı.  

Emrah Serbes’in canı bak ne güzel sıkılmış ki; bu sayede hayatı, tarihi gözlemlemiş:
“red kit’in her maceranın sonunda atına atlayıp ufka doğru uzaklaşması bundan. che’nin devrimden sonra küba’dan ayrılması da. modern anlamda (eşitlik/özgürlük/kardeşlik) adaleti ilk sağlayanlar fransızlar. fransa’nın en büyük ihraç malı can sıkıntısıdır.”

insanın hayatında hiç yeni bir şey olmaması, yeni bir şey olsa dahi o şeyin yeniliğiyle uğraşamayacak kadar bıkkın, halsiz, mecalsiz olması, bir de bunun farkında olması çok can sıkıcı. 

aziz Augustinus, geçmişin artık var olmadığına, geleceğin ise henüz gelmediğine binaen üç zamanın; “geçmişin şimdisi, şimdinin şimdisi, geleceğin şimdisi” olduğunu söylemişse de bir de saf zaman var; işte o saf zamanın en çok hissedildiği an can sıkıntısının baş gösterdiği anmış. eğer can sıkıntısı hiç bir şeyin meydana gelmediği saatlerse, bu aynı zamanda tastamam zamanın geçişinin gerçek anlamda hissedildiği an olabilir. ya da zamanı durdurabilme yeteneği. 

can sıkıntısı insanın içinde kocaman, kara bir kitlenin her yanını kapladığını hissetmesiyle başlarmış.     
can sıkıntısı ile birlikte gelen kendini sevmeme hali; insanda parmağını kıpırdatmak için her hangi bir enerji veya yaşamsal sebep de bırakmaz. sebepsiz olan can sıkıntısı sebepli olanından betermiş. lakin sebebi olan sıkıntıyı çözmek için saçma sapan fikirler üretebilir ya da en azından bir kaçış yolu arar insan. ama sebepsizi çözmek için ölmeyi beklemekten başka yapacak bir şey yok. insan aşık bile olmak istemez. hatta can sıkıntısı “cehennem azabından beter” diye de söylenir. hani böyle durumlarda kalbinizi yerinden çıkartıp, atasınız gelir. öyle ki; filozof Schopenhaur’un dediğine göre “toplumun içgüdülerine öncülük edermiş”. 

ünlü filozof ve matematikçi  Bertnard Russell Nobel konuşmasında; “insan sıkılma kapasitesiyle diğer canlılardan ayrılır. deneyimlerimiz can sıkıntısını bertaraf etmenin çok güçlü bir arzu olduğunu gösteriyor” der ve sıkılmaya anlam yükler.  
can sıkıntısı yapacak şey olmamasıyla ilgili değil, o şeyleri yapacak, tamamlayacak ruh halinin olmamasıymış. bazı durumlarda yaratıcılığa sürüklediği bile görülürmüş. “hayatın düşmanı ölüm değil can sıkıntısıdır” diyenler de varmış. yine “insanı gri renkli bir taşa benzeten suskunluk hali” de derlermiş. 

insanın en büyük ruhsal düşmanı ne mutsuzluk ne huzursuzluk ne de çekilen acılar sadece can sıkıntısıymış. “çağımızın vebası” diyenler varsa da can sıkıntısı aslında gerçek bir duygu olmayıp, aksine duygu boşluğunda ortaya çıkan bir durum, bitmeyen bir bekleyiş, ne beklediğini ne istediğini bilmeyen, bilse dahi söyleyemeyen insanın kendine ve etrafındakilere uydurduğu bir yalanmış. 

belki de bir ilgi isteğidir, beklenen ama asla doğru insanlardan gelmeyen ilgidir. her şeye ilgisiz kalıp, omuz silkip, patates çuvalı olmaya doğru uzanan uzun bir yolun başlangıcı can sıkıntısı. 
habersiz gelen misafir. bir de “sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” deseler de bazen çıkmayan canı levyeyle sökecekler gibi hissettirir. işte o zaman hayra alamet değil. can sıkıntısı yapılacak bir şey bulunsa da yapılan işten insani bezdirir. zamansız uyku hali yarattığı da olur. gözler sabit bir boşluğa bakar. sonra dalar gidersin uykuya, seni uykuda da rahat bırakmaz. evet, gerçekten uykunda yakalar can sıkıntısı. rüyalara gelmiştir sıra. hem de baş rol oyuncusunun can sıkıntısı olduğu rüyalar. ve sabah yine onunla uyanır başlarsın savaşa. 
insanın beyninde başlayıp midesine doğru inen bir kara delik olur can sıkıntısı. sebebi bilinmeyen, içinden çıkamadığın, düşündükçe düşündüğün; neden, nasıllarla anlamaya çalıştığın, bir türlü çözmediğin sorun olur. sonra döner bakarsın ki midende hâlâ bir boşluk sıkıyor canını. kronikleştiği takdirde tedavisi olmayan. iki göğsün tam ortasına gelip yerleşen kocaman bir ağaçkakan kalbini gagalayıp durur.

yalnızlık açmış kapısını ama ayakların yokmuş sanki, çaresiz giremezsin içeri. can sıkıntısı çaresizlik ile boğuşmak aynı zamanda aklına takılan şeyler üzerine düşünme vaktinin geldiğinin habercisi can sıkıntısı olsa da; kafada bir şeyler kurup, bir şeylere inandırıp kendini, zamanı geri sarmaya çalışırsın fakat nafile. öyle bir saattir ki elindeki, ne kuracak düğmesi var ne de çekip kırılabilecek akrebi. nefessiz kalan bedeni açık havaya atmak elzemdir. ayakların seni bankamatiğe götürür. bir bakarsın ki, bakiye yetersiz. paradan yana beklentin de gerçekleşmez yine canın sıkılır. 
Edip Cansever gelir aklına: 
“bu dünyada can sıkıntısının başka bir anlamı var baylar” dedikçe can sıkıntısına şefkatle bakarsın. 

ardından sıkıntının şairi Turgut Uyar’ı hatırlarsın:
“ben hep sıkıntılıyım. yani bir adamın canı sıkılır, o ben’im. çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. ben silahsız bir askerim de ondan. törenler askeriyim ben. cumartesi ve pazar askeri. aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez varlık’ın ben’i. ondan severim sıkıntıyı. sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.”
Turgut Uyar’ın sıkıntısı “melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz ” (“hüznü bilmeyen, hüznü anlamayan nesli tanımıyoruz”) diyen Ahmet Haşim’deki sıkıntıya benzemez.

Turgut Uyar’ın sıkıntısı bir duyarlılık sıkıntısıdır aslında.
“ey benim yengici sıkıntım!.. uzun boylu ve ıslak atların bilmem nerelerden kişnediği… sen yitme!..” 
şairin sıkıntısı elbette aynı zamanda şiir sıkıntısıdır.   

sonra hayatı çekilmez hale getiren can sıkıntısından kurtulmak için alıp başını gitmek istersin uzağa, olabildiğince uzağa. kafanda olup da bitiremediğin işler sıkar canını. zaman öldürmeyi tetikleyen birinci dereceden azmettirici dayanmıştır kapına, yaratılmış en mükemmel işkenceyle can sıkıntısını hissettiğinde Orhan Veli’yi hatırlarsın:
“dün fena sıkıldım akşama kadar
iki paket cigara bana mısın demedi
yazı yazacak oldum, sarmadı
keman çaldım ömrümde ilk defa
dolaştım
tavla oynayanları seyrettim
bir şarkıyı başka makamla söyledim
sinek tuttum bir kibrit kutusu
allah kahretsin, en sonunda
kalktım buraya geldim”

Alaaddin sihirli lambasından çıkıp gelse “dile benden ne dilersen” gibisinden bir soru sorsa, cevabın büyük ihtimalle “hayatımın sonuna kadar bir daha canımın sıkılmasını istemiyorum” olur.