Tavsiyelerle Listelerinizi Büyütün 2. Bölüm

Amin Maalouf – Doğunun Limanları

“Bir insanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?”

Amin Maalouf’u okuyan birçok kişi gibi her okuduğum kitabından sonra hayranlık duyduğum bir üsluba sahip kendisi. Tanios Kayası romanındaki arka plana hayran kalarak okumuştum. Yazar ile tekrar Doğunun Limanları adlı romanında buluştum. Bu iki kitabı da değerli İlber Ortaylı hocamızın tavsiyesi üzerine okudum. Doğunun Limanları hem zamanın insanlarının düşünce yapısını hem de tarihi olayları işleyişi yönüyle gerçekten okuyucuyu doyuran bir kitap.

Kitap Adana’daki Türk-Ermeni ilişkilerine değinmekle birlikte Arap-Yahudi ilişkilerine de değiniyor. Kitapta olaylar Fransa ve Beyrut arasında geçiyor ve aynı zamanda İkinci Dünya Savaşında Almanya işgali altındaki Fransa’yı da görüyoruz. Romanın ve olayların kurgusu sıkmayan bir akıcılığa sahip. Amin Maalouf’un güzel kalemi yanında Saadet Özen’in de güzel çevirisini unutmamak gerekiyor.   

Kitaptan bazı alıntılar:

“Irk düşmanlığı nedir bilmezlerdi.
Babam Türk, annem Ermeni.
Kıyamın tam ortalık yerinde,
el ele tutuşabildilerse, nefreti reddetmede birleştikleri içindi.”

“Hayat seni istediği kadar ürkütsün, canını yaksın, en yakınların çirkin maskeler taksınlar… Hayat bu, de kendi kendine, ikinci kez çağrılmayacağın bir oyun, bir zevkler ve acılar oyunu, bir inançlar ve aldatmalar oyunu, bir maskeler oyunu, bir aktör ve gözlemci olarak sonuna kadar oyna, gözlemcilik iyidir, ne zaman istersen bırakabilirsin.”

“Değişen ne varsa ve değişmeyen ne varsa karşıydı.
Kendisinin dediği gibi “Aptallığa ve zevksizliğe ve
kireçlenmiş beyinlere” karşı!”

1917

Eve gitmekten nefret ederdim. Nefret ederdim. Kalamayacağımı, gitmem gerektiğini ve son görüşmemiz olabileceğini bilmekten.

Oscar 2020 ödüllerinde en iyi görsel efekt, en iyi görüntü yönetmeni ve en iyi ses miksajı ödüllerini almış bu denli güzel bir filmi, sinema ortamında izlememiz büyük bir kayıp oldu. Görüntü ve ses kalitesi tam sinema ortamına göreydi, bu filmi öyle bir ortamda izlememiz bizim kaybımız oldu. Onun dışında film çok sıra dışı bir konuya sahip değildi. Konu artık alışılagelmiş ve sürekli izlediğimiz Birinci Dünya Savaşında geçiyor.

Andrew Scott
Richard Madden
Benedict Cumberbatch

Özet olarak, batı cephesindeki iki Britanyalı askerin ileri hatta bulunan komuta birliğine mesaj iletme görevinin hikayesini anlatıyor. Yolculuk sırasında esrarengiz bir senaryo örgüsü yok ancak arka planda işlenen hayvan ölümleri, savaş sonrası alanda çürüyen sahipsiz cesetler ve bunların etkisi güzel veriliyor. Mekan hazırlanması ve kullanımı gerçekten eşsizdi. Mekanlardaki gerçeklik her ayrıntısıyla hissettirilmeye çalışılmış. Bana kalırsa da gayet başarılı bir iş çıkarılmış. Tüm bunlar dışında hepsini ayrı ayrı bir sahnede görsek dahi Richard Madden, Benedict Cumberbatch ve Andrew Scott’u izlemek güzel oldu. Richard Madden ile hüznü, Benedict ile rütbenin getirdiği üstünlüğü, Andrew ile savaştan bıkmış dengesiz bir komutanı gördük. Tek sahnede dahi oyunculuklarını göstermişler.

– Kim inekleri tarar ki?
+ Fazladan kurşunu olan Almanlar.
– Piçler.
+ Akıllıca. İneği vurmazlarsa senin yiyeceğini biliyorlar.
– Yine de piçler.

Roman Empire

“Zar, atılmıştır.” O, her şeyini riske etmiş ve karşılığını en iyi şekilde almıştır.

Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklardan biri olan Roma İmparatorluğu, tarihe ilgisi olan çoğu kişinin merak ettiği bir İmparatorluk. Bu döneme dair yazılan kitaplardaki kişi ve yer isimlerinin yoğunluğu, birçok zorluk ve anlama sıkıntısı oluşturuyor. Eğer bu döneme ilgi duyuyorsanız ve okumada zorlanıyorsanız bu belgesel size iyi gelecektir. Belgeselde Roma’nın ordusuna, sosyal hayatına, Pegan dönemi dini anlayışlarına ve saray entrikalarına yer veriliyor. Kostüm işinde de oldukça iyi işler çıkarmışlar.

Belgesel şu anlık 3 sezondan oluşuyor ve her sezonda farklı bir tarihi portre ele alınıyor. Açıkçası Rise of Empires: Ottoman duyurulduğunda, bu belgesel dizisi gibi olması için çok dua ettim, umarım da öyle olur. Belgeselde ilk sezonda Marcus Aurelius’un halefi Commodus hakkında: Commodus’un hayatını, yaşayışını ve ölümünü anlatıyor. 2. sezon ise herkesin tanıdığını düşündüğü Julius Caesar ile ilgili. Caesar’ın ordudaki küçük bir askerken yükselmesi, Gallia seferi, consulluk mücadelesi, cumhuriyete zararları, senato tarafından öldürülmesine kadar çoğu olayı ele alıyor. 3. sezonda ise karşımıza Roma tarihinin en sapkın ve entrikalı dönemi Caligula dönemini ele alıyor. Büyük zulümlere mağdur kalan imparator olmasıyla kız kardeşlerine tecavüz etme sapkınlığına bile giden deli bir imparatorun hikayesi olan Culigula, hem saray entrikaları hem de Roma halkıyla ile de bilgiler veriyor.

The I-Land

Dizinin başlarında Lost tarzı bir dizi olduğunu düşünmüştüm ancak bu düşüncem ilerleyen bölümlerde değişti. Hatta zaman zaman The Forest oyunundan anımsadığım olay bile oldu. Dizi, ilk bölümden itibaren kendisini izletiyor ama izletme nedeni ne olay kurgusu ne de oyuncuların sergiledikleri oyunculuklardı. Dizinin sürükleyici olmasının ana nedeni dizide saklanan gizemler ve bazı olayların nedenleriydi. Dizideki geriye dönüşler diziye güzel bir tat katmıştı.

Oyunculara gelince, oyuncular usta oyuncular değil. Buna rağmen rollerin üstesinden geldiklerini düşünüyorum. Dizideki Brody karakteri ile sanki Lost’taki Sawyer karakterini anımsatmaya çalışmışlar gibime geldi. Belki diziyi uzatsalar bunu başarabilirlerdi. Oyuncu ve ona yüklenen özellikler buna uygundu. Dizideki adada geçen bölümlerin uzun sürmesini isterdim. Dizi biraz son gün yapılmış ödev havasında. Detaylar düşünülmemiş, tadını çıkarmaya çalışmamışlar ve hemen oldu bittiye getirmişler havası vardı. Daha uzun ve düşünülmüş olsa, onun kadar iyi olmasa da, belki Lost’un benzeri bir dizi izleyebilirdik.