Hüsran, Mahrumiyet Acısı

Hüsran: Umulanın, ümit edilenin elde edilememesinden duyulan kedermiş.
Hüsran, mahrumiyet acısıymış. Hüsranla dolup, taşan içimiz acıyor.
Kelebeklerin bile çocuklardan daha uzun süre yaşadığı bir dünyada ne çok ağladık bu aralar. Pandemi, deprem, ölümler. Vicdan göçüğü altında kalan hayatlar.

“Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötüdür” der Lev Nikolayeviç Tolstoy.


Hüsran kelimesinin kökü “Hasar”dan gelirmiş. O kadar çok hasarlı bir dönem yaşıyoruz ki: İyi olabilmek değil kendimizi iyi hissetmek bile çok zor.
Hüsran yine hüsran…

Kalbim, iyi gelmiyorsun artık
Bütün ömürlerin kışı var ağzımda
.”
Hüseyin Şahin

Hüsranı en güzel Çetin Altan anlatmış:
Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızadaki hatıra, ya hayaldeki ümittir. Hüsranı ise tek yerde kabul ediyorum. Yaşama imkanı varken, yaşamamış olmakta.”

Sosyolog Dicle Koğacıoğlu’nun intihar etmeden önce söylediği gibi her gün:
Çok acı var dayanamıyorum. Lütfen beni affedin ve kendinizi üzmeyin…”


Çok acı var. Evet çok çok fazla acı var. Dünyanın acıları, başka insanların acıları camdan kalbe fazla geliyor. Acı çeken insan dünyanın yükünü omuzlar, başkası için gözyaşı döker, ötekinin acısını sarmaya çalışır. Bunları yaparken kendini hiçe sayar, durmaksızın bir yerlere yetişmeye çalışır, çaresiz kalır. Sonra içindeki kırılgan çocuk, kendini o lanet olası acı gerçekten koruyamaz.

Aslında insanı en çok acıtan şey, hayal kırıkları değil; yaşanması mümkünken, yaşayamadığı mutluluklardır…”
Fyodor Dostoyevski

Hayata tutunmak için sahte çözümler bulmaya çalıştığımız zaman, kendimizi aldanmaların içine sürükleriz. Hayallerin, umudun acılara denk geldiği bir dönemi yaşıyoruz. Bir kişiyi hüsrana uğratan; o kişinin isteklerini boşa çıkaran hayal kırıklığı yaratır. Hüsrana uğrayan kişi kendini kandırılmış hisseder, umudun üstüne şüphenin gölgesi düşer.

Adam Phillips “Kaçırdıklarımız”isimli kitabında hüsrana şöyle değinmiş;   

Hüsranla başa çıkmak için yaptıklarımız; kaçınmak, içini boşaltmak, farklı tanımlamak, farklı konumlandırmak, saklamak, yansıtmak, inkar etmek, idealize etmek, hüsranın nahoşluğunu bir nebze azaltır. İnsanlar bizi hüsrana uğratarak gerçeklik kazanır; hüsran duygusu yaratamadıkları müddetçe fantezi figürleri olarak kalır. Bizi kafi oranda hüsrana uğratırlarsa bizim için gerçeklik kazanır yani karşılıklı bir şey alıp verebileceğimiz insanlara dönüşürler. Bizi çok az hüsrana uğratanlar idealize edilir, hayali karakterlere dönüşür ve arzu duyduğumuz insanlar olurlar. Çok fazla hüsrana uğratanlarsa şeytani bir kimlik kazanıp kabusa dönüşürler. Ve diyebiliriz ki bunlar dünyayı katletmenin iki ayrı yoludur: Etkisiz kılmak ya da gerçek dışı hale getirmek. Ölçülebilir bir şey olsaydı psikanalizin önerdiği iyi yaşam kafi ölçüde hüsran yaşanan bir hayattır diyebilirdik.”  

En büyük değer” in, en çok değersizleştiği bir çağı yaşıyoruz. Sanki boş bir vaat gibi hayat; uzadıkça anlamsızlaşıyor. Çok acı var. Ve bunlar karşısında yapayalnızız. Çok acıyı, ancak paylaştıkça azaltırız. Hayatı unutarak ya da uzatarak değil, ancak umut katarak kurtarırız.

“Bu kupkuru yerde, yakınmadan gayrı ne gördük…
Bu kupkuru yerde, zulümden gayrı ne gördük…
Bu ırmakta ne ölmek var bize, ne gam var, ne dert, ne keder…
Bu ırmak alabildiğine yaşamaktan, iyilikten, cömertlikten ibaret…
Durma çabuk ol, gelemem deme…
Ne evet demek yaraşır sana, ne hayır…
Senin şanına sade gelmek yaraşır dostum, senin şanına sade gelmek yaraşır…”
Mevlana Celaleddin Rumi

Hüsrana, mahrumiyet acısına uğramış olsak da kaybettiklerimiz; gittikleri yerlerden gülen gözlerinin fotoğraflarıyla umut vermeye devam edecekler. Ahhh…