Muhtelif Zamanın Dağılgan İzleri

Hangi zamana aitiz biz? Aklımızın içindeki zamana mı, yoksa aklımızın dışındaki zamana mı? Aslında ne çok sorularımız var. Ne çok anlatacak konularımız var. Ne dinleyen var, ne konuşan… Ağaç/sız gölgelere oturup,  zamanı öldürüyoruz; kendimizi öldürdüğümüzün farkında da değiliz. Nelerin farkını fark ettik ki bu hayatta? Kendimizin ve neler yapabileceklerimizin farkında bile değiliz. Öylece dünya tarlasında gezip dolaşıyoruz.

Hayat için yeni bir sayfa açıp en güzel cümlelerle resim yapmak varken öylece oturup uzakları seyrediyoruz. Oysa  “Uçmak için bir kuş olmak gerekmiyor, küçük sevinçlerin olsun yeter” diyor Cemal Süreya. Küçük sevinçler yetmiyor bize be usta. Her şeyin en olmazını istiyoruz. Nerede o küçücük sevinçlerle mutlu olanlar?

Kendimiz hakkında bilmediğimiz, sustuğumuz bilmemek istediğimiz o kadar çok şey var ki. Hayata şimdi nereden başlamalı: Hangi andan, hangi heceden, hangi cümleden? Hangi noktayı kırıp virgül yapabiliriz? Hangi saati kırıp zamanı durdurabiliriz? Hangi anı ölümsüzleştirip hafızamıza kazıyabiliriz. Sorularımız zamanın akrebinin kıskaçlarına asılı ve korkusuz birisi de çıkıp onları oradan alamıyor. Bazen ise çok düşününce aklımızı yerinde bulamıyoruz. Nereye gidiyorsa uçup gidiyor…

Yapacağımız o kadar çok şeyler varken sessizce bekliyoruz. Neyi beklediğimizi bilemeyerek… Gerçekte neyi bekliyoruz ya da ne bizi kendimize getirebilir? Bazen öylesine bir boşluğa dalıyoruz ki, nefes almayı unuttuğumuzun farkını son anda fark ediyoruz. ‘Mavi’yi sevdiğimizi ’yeşil’ de kendimizi bulduğumuzu söylüyoruz, ama ne gökyüzüne bakıyor ne de yeşil çimenlere uzanıp doğanın seslerine kulak veriyoruz.  Nereye gidiyoruz, ne yapmak istiyoruz bilemiyoruz. Bilmediğimiz diğer şeylerin yanına koyuyoruz bu soruları da… Bulunan her cevap başka diğer bir soruya gebe kalıyor.  “Yeni sorulara boğulacaksınız nasıl olsa, bırakın orada kalsın” diyorlar.

Balkona çıkıp gökyüzünün sonsuzluğuna bir sigara yakıyoruz. Sigaranın dumanı beynimizin odalarını griye boyarken yakalıyoruz. Oysa biz griyi en çok gökyüzünde, üstünde mavi masallar olurken severdik diyoruz ama bizi duyan olmadığı için kendi kendimize konuştuğumuzun farkına varıyoruz. Bir anda yüreğimizi tutuyoruz, orayı da griye boyamasından korkuyoruz ve gecenin en koyu mavisine ellerimizi sallıyoruz. Salladığımız ellerimize bulaşan mavileri alıp sol üst cebimize koyuyoruz.

Şimdi hadi hep beraber cesur bir kalbimiz olmasını dileyelim. Korkmadan haykırabileceğimiz cümlelerimiz, yazabileceğimiz yapabileceğimiz hedeflerimiz ve anlatmaktan bıkıp usanmadığımız hikâyelerimiz olsun.

Aynana yansıyan resminizden ne algılıyorsanız onunla yetinmeye çalışmanız gerekmez. Aynanızda yansımasını istediğiniz görüntünün ne olmasını istiyorsanız onu çıkarıp koyun gözlerinizin önüne. Rönesans Dönemi’nin ünlü ressamlarından Michelangelo ta o zaman da fark etmiş resimde dikkat çekmesi  gereken objenin ön plana çıkmasını. Mesela, Meryem’in kucağında yatan çocuğun İsa’nın neredeyse Meryem kadar büyük olması gibi.

Bir insanın yüreğinde kocaman bir evren vardır. Eğer ki nasıl bakmasını biliyorsanız, her şeyi öyle görürsünüz. Yüreğinize pencereler açmaktan asla vazgeçmeyin. Sevgi cümlelerinizi o pencere aralığından evrene söyleyin ki yüreklere değiversin. Çünkü her şey yürekte başlar ve biter. Bitenler için üzülmeyin. Hayat bir şeylere üzülecek kadar uzun değildir. Bazen içinizdeki cümleleri çıkartmak için yüreğinize açtığın pencereler yetersiz kalırsa, işte o zaman kapılar yapın. Tertemiz baharı sevinçle karşılayın. Kalbinizin derinliklerinden gökyüzüne kuşlar uçurun. Yanınızda da kendinizi her zaman mutlu hissettiğiniz insanlar olsun. Hayatı hissetmeniz yanınızda ki insanla daha güzel olur.

Kendinizi başkalarında aramayın, başkalarına sormayın. Eğer ki bulmak istiyorsanız kendinizi yüreğinize bakmanız yeterli;  hala kıpır kıpırsa ve yüzünüze yayılan bir gülümsemeniz varsa yeter.

Unutmayınız ki! Hayatın tozunu yutmayan, sevginin ne olduğunu bilmeyen, empatinin sadece bir kelimeden ibaret olduğunu düşünen yerine acının sadece vücutta bir yerin yaralanması sonucu olduğunu bilenden öte kelimelerin ve davranışların daha çok acıttığını deneyimleyenler her şeyin farkında olanlardır. Her şeyin farkında ol. Her şeyi fark et.

Eğer kendin için bir şey yapmak istiyorsan Nazım’ın asla pes etmeyen azmi gibi, Frida’nın “yürüyemezsem dans ederim” umudu gibi, Michelangelo ‘nun kendine inançla yaptığı mükemmel resimler gibi yapın. Öyle itikat ile yapın ki, herkes o güzelliği görebilsin.

Osho’nun cümleleriyle yazımı bitiriyorum, “Her birimiz kendi dünyamızın yaratıcılarıyız. Eğer yaşamın her anı sana acı veriyorsa, o halde bakış açında hata var demektir. Ve etrafında gördüğün yalnızca karanlıksa, o zaman ışığı görebilen o gözleri muhakkak kapatmışsındır”

Karanlıkta kalmamak için ışığınızı yakmayı unutmayın!