Varoluş Sancısı

Varoluş sancısı: Düşünen, hayatı sadece insan üzerinden değil, tüm canlılar hatta cansız varlıklar üzerinden anlamaya çalışan, taşı toprağı, denizi, balığı, böceği çimeni merak eden, sorgulayan insanın lanetidir.

Sinema tarihinin önemli yönetmenlerinden Tarkovski insanın varoluş sancısı dönemlerini şöyle sıralamış;

İnsan 16 yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünür. 18 olduğunda düşünceleri sert bir kayaya çarpar. 20 yaşına geldiğinde hiçbir şey değiştiremeyeceğini anlar. 25 yaşına geldiğinde ise dünyanın onu değiştirdiğini fark eder. Ve insan 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür.”

Varoluş sancısı: Sartre, Camus, Beckett gibi düşünürleri okuyan bireyde “Ben kimim” sorusu ile başlar.


Sartre, varoluş sancısını şöyle açıklar;

“İnsan özgürlüğe yazgılıdır: Çünkü bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur.”

Varoluş sancısını sorgularken Sartre “Varoluş özden önce gelir” der. Bu düşünceye göre önce var oluruz, sonra da özü arayıp buluruz.  

“Bir rastlantı eseri gelmiştim dünyaya, varlığım bir taşın, bir bitkinin, bir mikrobun varlığından farksızdı” diyor Sartre.

Var olmak, içinde var olmamayı da barındırır. Varoluş aslında bir nevi yok oluştur.

Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılan ve 1943’te yayımlanan Küçük Prens masalında anlatıldığı gibi;

“Tabii ki seni inciteceğim. Tabii ki sen beni inciteceksin. Tabii ki acı çekeceğiz. Ama bu, varoluş şartıdır. İlkbaharda olmak kış riski aldırır. Var olmak da yok olma riskini.”

Albert Camus varoluşun felsefi tek sorunu olduğunu belirtir: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; İntihar. Hayatın yaşamaya değip değmediğine ait bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”

Elbette hayatın yaşamaya değer olduğunu düşünüp, yaşamayı ciddiye almak gerekiyor. Nazım Hikmet’in “Yaşamaya Dair” şiirinde belirttiği gibi büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın;

“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için
yaşamak yanı ağır bastığından.”


Dünyada varoluş sancısını karıncalar yaşamıyor, yazın çalışıp kışın yiyor, mutlu, mesut yaşıyor. Doğada insanın anlam arayışı ise hiç bitmiyor. Bilinç belki de insan türüne verilen bir ceza değil mi?

“Çiçek yanıt verdi: Seni aptal! Görülmek için mi açtığımı sanıyorsun? Kendi zevkim için açılıyorum, başkaları için değil, çünkü hoşuma gidiyor. Aldığım zevk var olmaktan ve açmaktan ibaret.”

Arthur Schopenhauer


“Şahsiyet” dizisindeki şu replikle varoluş sancısı ne kadar güzel açıklanıyor;

Hiçbir dünyalı bu dünyaya dayanamaz ya da katlanamaz ya da inkar eder ya da yalan söyler ya da susar ya da kusar ya da kurar ya da kaçar ya da çalar ya da bozar ya da doğurur ya da boğulur ya da sarhoş olur ya da aşık olur ya da durur ya da kurur ya da solar ve sorar ve kızar ve dolar ve boşalır ve kasılır ve inanır ve yaratılır ve savaşır ve yaralanır ve dener ve yanılır.”

Her ne kadar bu saçma dünyada anlamsız bir hayata yazgılı olsak da varoluşçu düşünürler dünyadan kolayca vazgeçmemişler. Çünkü Samuel Beckett’in dediği gibi; “Dünyadasın, bunun tedavisi yok.”  

Yine Samuel Beckett’in efsanevi cümlesinde özetlenen ve dur durak bilmeden bir kayayı tepeye çıkarmak için yukarı itip, sürükleyen fakat her seferinde aşağıya yuvarlanan kayayı tekrar yukarı iten Sisifos’un dramını hatırlatan varoluşa duyulan derin bağ, sonsuza dek bâki kalacak:

 “Hep denedin, hep yenildin.
Olsun.
Yine dene, yine yenil.
Daha iyi yenil!

Bir Alman özdeyişi “Sadece bir kere olan şey, hiç olmamış sayılır” diyor. Yaşanacak tek bir hayatımız varsa eğer, onu hiç yaşamamış da olabiliriz. Sadece bir tek hayat yaşadığımız için, bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecek hayatlarımızda gideremeyiz.

İnsan kendini varoluşun anlamsız derinliklerinde kaybettiğinde hüzün ve ızdırabı birlikte yaşar.

Ben yalnız ve çirkin bir çocukken
Uzun bir atasözüne benzetirdim ömrümü
Ve yine,
Çok komik bir fıkra sanırdım ölümü
Düş menzilimde döllenen

Küçük İskender

İnsanı asıl korkutan içindeki boşluk. “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.” Fernando Pessoa

Kimileri bu boşluğa düşmemek için sembolik güçler icat etmiş. John Steinbeck, insanın doğayla ve kaderle hesaplaşmasının romanını yazdığı “Bilinmeyen Bir Tanrıya” eserinde varoluşu şöyle tanımlıyor;

Yaşam dışında her şey tekrar eden bir ritimde işliyor gibi görünüyor. Yalnızca tek bir doğum ve tek bir ölüm var. Bu başka hiçbir şeye benzemiyor…”

Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın “Ahlat Ağacı” filminde varoluş sancısına ilişkin tiratlardan biri şöyledir;

Var mı öyle pat diye hayale ulaşmak? Neler yaşadım, ne insanlar tanıdım. Çoğunu unutmuş olsam da unutuşun bile bir cazibesi var bence. İnsan biraz da zamanın içinde süzülmeli. İyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizleşmeli ve silinip gitmeli…

“Sırlarımıza saplanıp onları deştikçe; sıkıntıdan huzursuzluğa, huzursuzluktansa korkuya hapsoluruz. Kendini bilmek her zaman pahalıya mal olur. Bilmek, anlıktır. İnsan dibe vurduğunda yaşamaya artık tenezzül etmez. Bilinen bir evrende hiçbir şeyin anlamı yoktur, bu delilik olmasa da.”

Emil Cioran


Acı çoğu zaman varoluşun da bir ifadesidir. Ve Neruda’nın dediği gibi “bilmek acı çekmektir.”

“Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizliğin çuvalı”

Pablo Neruda

Sevgili Oğlum Doğa Tokuçoğlu “Zamansız gidişini bilmek acı çekmenin bizzat kendisi” oldu. Ahhh…