Yaşar Kemal / Kuşlar da Gitti

 

  Kitapta, İstanbul’un Dolapdere semtinde kuş satarak hayatını geçindirmeye çalışan bir grup çocukla tanışıyoruz. Okula gitmeleri, saklambaç oynamaları, gölde taş sektirmeleri gereken yaşlarda onlar; aç kalmamak için avlayıp kafese koydukları kuşları özgür bırakmaları için insanların arasına karışmışlardır. Fakat hiç kimsenin özgürlük anlayışı aç bir çocuğun karnını doyurmak ve bir kuşun uçmasını sağlamakla örtüşmez. Onlar özgürlüğü; daha yeni ve pahalı olması gerektiğini düşünerek sürekli yeniledikleri eşyalarının, oyuncaklarının taksitlerini ödemek zannediyorlardır. Çocuklar sesleri kısılana kadar satmaya çalışır özgürlüğü. Sokaktan geçen insanlar ise bunu duymayacak kadar sağır ve meşguldür. 
    İstanbul’daki toplumun ve şehir yaşantısının, insanların iletişimlerinin ve güzelliklerinin nasıl yozlaştığı tartışılıyor kitap boyunca. Hiçbirimiz bunun parçası değilmişizcesine kafamızı sallayıp onaylıyoruz okurken. “Cık cık”lıyoruz acımasız insanları. Kötülük yapanları, asıp kesenleri, en çok da işimize yaramayanlarını ayıplıyor ve köşeye atıyoruz.
   Kitaptaki anlatıcının adını bilmiyoruz, fakat o götürüyor bizi bu çocukların yanına. Onların çaresizliğine ve insanlığın oynadığı üç maymuna anlatıcımız sayesinde şahit oluyoruz. 
   Mahmut’la tanışıyoruz sonra. Mahmut bizim tutunacak dalımız oluyor, kötü bir gün geçirmişiz de sanki; o günün akşamında gördüğümüz güzel rüya oluyor, günah çıkarışımız oluyor. Mahmut insanları çok seviyor; doğayı, arkadaşlarını, hayvanları… Mahmut sevmeyi seviyor aslında ya, bu yüzden baş tacı ediyoruz onu. Okurken yüzümüzü güldüren, bize iyi hissettiren ama içten içten “Bu kadar iyi olma, harcanırsın Mahmut” dediğimiz biri hâline geliyor. Peki biz Mahmut’u neyden koruyoruz bunu söyleyerek? Mahmut’un kimden uzak durması gerekiyor? 
   Okuyan herkesin en çok içini sızlatan kısımdır sanırım Mahmut’un kuşlar için verdiği mücadele: 
“…Mahmut, bir kuş salıverip de avucu boş kalan, uzun bir süre bıraktığı kuşun, yitip gidinceye kadar ardından bakan insanın yüzündeki çocukça sevgiyi, mutluluğu, güzelliği unutamıyor. Bazı çok yaşlı, beli bükülmüş kuşlar avuçlarından uçup gidince sevinerek çocuklar gibi zıplayıp el çırparlardı, kuşun ardından da ağız dolusu bir sevinç kahkahası fırlatırlardı. Şimdi, şu İstanbul’da herhangi bir güzellik, iyilik, sevinç verecek bir olay üstüne böylesine ağız dolusu bir sevinçle gülecek bir kişi var mı?
 “Dur Mahmut, sen de onlar gibi oluyorsun.”
    Var, var, tabii var, olmaz olur mu? İnsanlıktır bu… Kat kattır, en sağlam, en güzel mücevherleri en alttadır, soydukça insanlığı, kabuğundan soydukça, bir kat, iki, üç, dört, beş kat, gittikçe aydınlanır insanlık, güzelleşir. Çirkin olan insanlığın en üst kabuğudur. Adam olan hem kendi kabuğunu, hem insanlığın kabuğunu durmadan soymaya çalışır. Soydukça ortalık aydınlanır, soydukça…
 “Dur Mahmut, dur.”
    “Durmam,” diye bağırdı, “İnsanlara söz ettirmem. Olmaz. Bir yerlerde bir şeyler kalmıştır. Durmam, vardır. Parlıyordur. Biz onu bulamıyorsak gücümüz yoktur. O parlak ışığı göremiyorsak, gözümüz içimizin karanlığındadır.”
 (Kuşlar da Gitti, sf: 54)
   Tam da bu kısmı okurken yüzümüzde oluşan ifadeyi görmeyi çok isterdim. Bunun tam olarak neyin üzüntüsü olduğunu biliyor muyuz mesela? Bir şeylerin yok olduğunu görmek mi üzüyor yoksa hiç var olmadığını fark etmek mi? Mahmut kitabın içinden böyle vuruyor bizi işte. Söyleyemediklerimiz, aslında olmayan nedenlerimiz kafesin içindeki kuşlar gibi dilimizde dolanıyor…