“Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun bir soruya verdiği yanıttır” diyor Italo Calvino, ‘Görünmez Şehirler’ isimli kitabında. Peki bizler aynı sözü yedi tepe üzerine kurulu kadim şehrimiz İstanbul için de söyleyebilir miyiz? Orhan Veli misali dinlerken İstanbul’u, gözlerimiz kapalı; dinmiş lodosların uğultusu içinde duyabiliyor muyuz haykırdığı yanıtları? Cevabımız hayır ise henüz doğru soruyu soramamışız demektir. Doğru soruyu sorduğumuz vakit önünden umarsızca geçtiğimiz onlarca yapının, binaların, surların, taş duvarların üstüne kazınmış cevaplar da gün yüzüne çıkacak, duymak istediklerimizi kederli bir musiki ile fısıldayacaktır kulaklarımıza.
Musikinin sesi kadar sessizliği bestelemesi gibi taşın musikisi olarak kabul edilen mimari de, hareketle birlikte sükûneti inşa edecek; işlenmiş taşlar, boşluklar, kabartmalar, oymalar, girintiler, çıkıntılar, ışıklar ve gölgelerle tarihin en uzun tanığı taş; içinde sakladığı şarkıları gözleriyle duymak isteyenlere gösterecektir.
İstanbul’u Keşfediyoruz
Şimdi İstanbul’u keşfeden ilk kişi olduğumuzu düşünelim. İlk bakışta ilgi çekici gelebilir fakat keşfeden kişinin gözlerindeki manzarayı hayal edince pek de tatmin edici olmasa gerek. “Bizim zamanımızda buralar hep bağ-bahçeydi” diyen büyüklerimiz gibi muhtemelen Byzas’ta bu çığır açıcı keşfinden yıllar sonra torunlarına bunu demiştir. Aslına bakarsak Byzas ve kolonisi Bizantion’u -şu anki ismiyle İstanbul’u- fırtınalı bir günde tesadüfen keşfetmişlerdi. Bu zorlu gemi yolculuğundan aylar önce aldıkları göç kararını Delfi kâhinlerine danışmışlar ve körler ülkesinin karşısına yerleşecekleri cevabını almışlardı.
Delfi kâhinlerinin böyle gizemli cevaplarına alışkın olan Megara’lı Dor kolonicileri, liderleri Byzas öncülüğünde M.Ö 677’ye serüven dolu yolculuklarına çıkmışlar ve az önce sözü geçen fırtınaya yakalanarak Marmara kıyılarında, şu anki Topkapı Sarayı’nın bulunduğu tarihi yarımadaya, Sarayburnu’na demir atmak zorunda kalmışlardı.
Ertesi gün fırtına bulutlarının dağılmasıyla birlikte geçici olarak sığındıkları bu yarımada Byzas’ı ve kolonisini adeta büyülemişti. Her şeyden önce üç tarafı denizlerle çevrili olduğu için balıkçılık zanaatından gelme bu insanların anayurtlarındaki yaşam alışkanlıklarından ödün vermelerine gerek kalmıyordu. Savunması da stratejik konumu sayesinde çok kolaydı, zaten Haliç’ten daha korunaklı bir liman bulunabilir miydi? Bunların dışında tarıma elverişli verimli topraklar, içilebilir su kaynaklarının bolluğu, Akdeniz ikliminin yumuşak etkileri… Tüm bunlar Megaralılar’ın yeni yurt arayışlarına bir yanıttı.
Körler Ülkesi Kehaneti
Ve son olarak Byzas’ı bu topraklarda kalmaya ikna eden hadise ise tesadüfen buldukları bu yarımadanın karşısında, kendilerinden yıllar önce kurulmuş bir yerleşim yerini görmeleriyle oldu. Orada yaşayan insanların bu stratejik yeri görmeyip tam karşısına yerleşmeleri ancak ve ancak kör olmaları ile açıklanabilirdi. Böylece Delfi’li kâhinlerin “körler ülkesi” kehaneti de kılıfına uydurulmuş oldu. Bu vesileyle tarihi yarımadaya ebediyen yerleşen Byzas ve kolonisi tam karşılarındaki bu yerleşim yerine körler ülkesi anlamına gelen “Khalkedon” ismini verdiler. Ve Khalkedon, Kadıköy ismiyle günümüze kadar tarihi yarımadayı hayranlıkla izledi.
Şimdi “İstanbul’u Dinliyoruz” serimizin ilk bölümüne veda ederken sizleri Orhan Veli ile baş başa bırakıyoruz. Her daim İstanbul’u dinlemek ümidiyle, hoşça kalın…