Babasının İlgisini Çekemediği için Dünya’nın İlgisini Çekmeye Çalışan Bir Şehzade: II.Mehmed

Hepimiz Sultan II.Mehmed’i Fatih Sultan Mehmed olarak biliyoruz, peki onun Fatih ismini alana kadar olan yaşantısını biliyor muyuz? Şehzade Mehmed nasıl birisiydi de 19 yaşında ikinci kez tahta geçip 21 yaşında alınması imkansız gözüyle bakılan Kostantiniyye’yi fethedebildi? Bu yazıda çokça alıntısını göreceğiniz Ahmet Ümit’in “Sultan’ı Öldürmek” isimli kitabında, yazarımızın Fatih’in kim olduğunu sorguladığı bir kısmı sizlerle paylaşmak istiyorum;

Bir yanda tahtta kaldığı zaman içinde seferden sefere koşarak dünyayı ele geçirmeye çalışan bir savaşçı, öte yanda enfes aşk şiirleri yazan ince ruhlu bir şair, bir yanda egemenliği altındaki halkların kendi inançlarını yaşayabilmelerini kanunlar ile güvence altına alan hoşgörülü bir insan, öte yanda kardeş katli fermanını veren katı bir devlet adamı, bir yanda amacına ulaşmak için ne gerekiyorsa yapmaktan çekinmeyen bir padişah, öte yanda Doğu’nun ve Batı’nın bilim insanlarını sarayında toplamaya çalışan aydın bir hükümdar… Bunların hangisiydi Fatih?

Şehzade Mehmed ile babası arasındaki ilişki net olarak bilinmese de, haylaz bir şehzade olduğu için babası ile aralarında soğuk rüzgarların estiği de değişmez bir gerçekti. Ve bunun yanında küçük Mehmed’in özgüveni yüksek bir çocuk olduğuna da şüphe yok. Çünkü ancak öz güveni yüksek bir çocuk on iki yaşında tahta çıkacak ve yaşlı paşalara emir verecek kadar kendinden emin olabilirdi.

Zaten tarihe geçmiş büyük liderlerin, bilim adamlarının, mucitlerin ve sanatkarların çocukluk hayatları incelendiğinde bazı ortak özelliklere sahip oldukları görülmektedir. “Hareketli, yaramaz, cesur, oyuna düşkün, hayalci, otoriteye boyun eğmeyen” şeklinde sıralayabileceğimiz bu özellikler Mehmed’te fazlasıyla vardı. Yaramazlıkları bazen hocalarını bile çileden çıkaracak dereceye varıyordu…

Şehzade Mehmed’in Çocukluk Defteri

Babasının gözünde yıldızı hiç parlayamayan Mehmed için, içinde sıkışıp kaldığı bu durum elbette ki onun yaşantısına yansıdı. Bu başarısının ardında kendisini kanıtlama isteğinin olmadığını kim dile getirebilir? Babasının hayallerini süsleyen Kostantiniye’yi benim kudretimin ulaştığı yerlere sizin hayalleriniz dahi ulaşamaz diyerek alan Mehmed değil miydi? Babasının ve dahi sarayın baskısına rağmen kendi yolunu çizmemiş miydi o?

Bu hususta şu kısa hikaye bize aslında çok şey anlatıyor; II. Murad yine bir gün yaramazlık yapan küçük Mehmed’e kızmış ve “Ne yaramaz bir çocuksun, senden adam olmaz!” demişti. Bunun üzerine orada bulunan Mehmed’in lalası (eğitmeni) olan Akşemseddin gülümseyerek şöyle demişti: “Peder ne der, kader ne der…”

Nitekim böyle de oldu. Şehzade Mehmed 19 yaşında tahta çıkar çıkmaz -babası gibi ona inanmayanların gölgesi altında- gözünü bir kartal gibi en yükseğe dikti; ya o Kostantiniye’yi alacaktı, ya da Kostantiniye onu…

Mehmed uykuyu yitirmişti, gündüzleri fikrinde, geceleri zikrinde hep Kostantiniye vardı.

Ve nihayet 29 Mayıs 1453’te başının dikine gidip söz dinlemeyen, hayalperest denilen, en yakınlarının bile inanmadığı yalnız şehzade Mehmed, fatih oldu, cihan fatihi oldu, Fatih Sultan Mehmed oldu… Fakat Sultan her şeyin asıl şimdi başladığını Latin istilaları ile harap olan Kostantiniye’nin devasa kapısından zafer edalarıyla girerken kestirmişti. Bunu, o anda dilinden dökülen şu beyitlerden anlıyoruz ;

‘Perdedârî mî-küned der tâk-ı kisrâ ankebût
Bûm nevbet mî-zened der kal’a-ı Efrasiyâb’


“Örümcek Kisra’nın sarayında perdedarlık yapıyor
Baykuş, Efrasiyab’ın kalesinde nevbet vuruyor.”

Ve Fatih çağının ötesinde bir düşünce ve sanat adamı olarak şehri yeniden ayağa kaldırdı, doğunun ve batının bilim adamlarını bu kadim şehirde topladı. Çünkü Napolyon’un dediği gibi; “Büyüklükte ben onun çırağı bile olamam, çünkü ben, kılıçla zapt ettiğim yerleri henüz hayattayken geri vermiş bir bedbahtım. Fatih ise fethettiği yerleri nesilden nesle intikal ettirmenin sırrına ermiş bir bahtiyardır…” Tüm bunlardan anlıyoruz ki Fatih bir milletin sadece kılıçla değil, bilim ve sanatla yükseleceğini bilen, çağının ötesinde bir entelektüeldi…

Fakat ne acı ki Şehzade Mehmed’in yalnızlığı Fatih olunca da peşini bırakmadı. Şehrine getirtip portresini çizdirdiği İtalyan ressam Bellini’den tutun, saraya getirdiği sanatsal değeri olan eserlere kadar her şeye karşı çıkan yobaz saray çetesi ve halkın bir kısmı ona ‘gavur padişah’ demeye başlamıştı bile…

Ve yazımızın sonunu Fatih’in aslında kim olduğunu ve ne yapmak istediğini sorgulayarak, onu anlayarak, onun son nefesine giderek getirelim… Sağlıcakla kalın…

Ve sultan Mehmed Han… Mehmed Han oğlu Murad Han oğlu Mehmed Han… İki karanın ve iki denizin hakimi… Çağ kapatıp, çağ açan; farklı dillerden, farklı ırklardan yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli bir hükümdar… Yoksa babasının ilgisini çekemediği için bütün dünyanın ilgisini çekmeye çalışan, kırık kalpli bir çocuk mu? Ya da hepsi birden mi? Hafızamın uçsuz bucaksız ovalarında at koşturan ordular… Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları… Kadın ölüleri, çocuk ölüleri, ihtiyar ölüleri… Ardı ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, el değiştiren kaleler, bayrak değiştiren burçlar… Kırk dokuz yaşında dünyaya nam salmış bir hükümdar… Ve nihayet değişmez kader… Önünde sonunda akşama kavuşan gün… Önünde sonunda ecel şerbetini içen bir insan… Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi. Ve yine değişmez kadar, kanlı taht boğazlaşması… İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden haberi olmayan halk… Her zamanki gibi günü kurtarmaya, çorbasını kaynatmaya, başını sokacağı bir evde huzurla yaşamaya çalışan bir halk… Ve iki kardeşin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında, çürümeye bırakılan Fatih’in cansız bedeni…

Sultan’ı Öldürmek, Ahmet Ümit

Diğer yazılarım için tıklayabilirsiniz;
İstanbul’u Dinliyoruz 1: ‘Kadim Şehir’
İstanbul’u Dinliyoruz 2: ‘Dünya’nın Sıfır Noktası’